Anasayfa / Servet-i Fünun Edebiyatı / Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın – Hayat-ı Muhayyel

Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın – Hayat-ı Muhayyel


Warning: Undefined array key 0 in /home/bendelim/domains/bendelimiyim.com/public_html/wp-content/plugins/seo-optimized-images/seo-optimized-images.php on line 154

Deprecated: pathinfo(): Passing null to parameter #1 ($path) of type string is deprecated in /home/bendelim/domains/bendelimiyim.com/public_html/wp-content/plugins/seo-optimized-images/seo-optimized-images.php on line 154

Warning: Undefined array key 0 in /home/bendelim/domains/bendelimiyim.com/public_html/wp-content/plugins/seo-optimized-images/seo-optimized-images.php on line 154

Deprecated: pathinfo(): Passing null to parameter #1 ($path) of type string is deprecated in /home/bendelim/domains/bendelimiyim.com/public_html/wp-content/plugins/seo-optimized-images/seo-optimized-images.php on line 154

Türk edebiyatının en buhranlı ama bir o kadar da hayalperest dönemlerinden biri olan Servet-i Fünun, “kaçış psikolojisi” ile özdeşleşmiştir. Dönemin ağır siyasi baskıları ve sansürü altında bunalan sanatçılar, hayallerinde yaşattıkları ütopik ülkelere sığınmışlardır. Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Hayat-ı Muhayyel” adlı eseri, bu kaçışın ve kurulan o “Yeşil Yurt” hayalinin en somut belgesidir. Bu yazımızda, Hüseyin Cahit’in kaleminden dökülen bu ütopyayı, orijinal Osmanlıca metninden yaptığımız transkripsiyon ve günümüz Türkçesi ile inceleyeceğiz. Hem edebi bir tahlil yapacak hem de bir neslin hayal kırıklıklarına ışık tutacağız.

image-7 Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın - Hayat-ı Muhayyel

Mutlu okumalar.

Hayat-ı Muhayyyel Osmanlıca Metin

image-1-638x1024 Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın - Hayat-ı Muhayyel
 Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın - Hayat-ı Muhayyel
 Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın - Hayat-ı Muhayyel
image-4-1024x899 Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın - Hayat-ı Muhayyel

Hayât-ı Muhayyel
– Mehmed Câvid’e –

HAYAT-I MUHAYYEL

Biz şimdi eski âlemlerden pek uzaklara gitmiştik, mazi ile aramızda ebedi fırtınalarla cengleşen büyük denizler var idi. Şimdi her şey yeni idi: Hatta kalplerimiz, hatta hislerimiz, hatta ilk günlerde kubbe-i saf ve laciverdisi altında misafir olduğumuz sema-yı kevkepler (yıldızlı gökyüzü) bile yeni idi. Şu çemenlerini çiğnediğimiz topraklar, ufuk üzerinde tersim ettiğini gördüğümüz ormanlar, rehgüzarımızı (yolumuzu) ta’tir eden (kokulandıran) çiçekler bile yeni, bakir idi.

Ve bu saf ve masum tabiatın sine-i müşfikinde bizim için yeni başlayan bu hayat -ah, bu hakikate iktiran etmeyecek (erişmeyecek) hayat-ı muhayyel!- bilhassa bu hayat hepsinden yeni, hepsinden saf ve tabii idi.

Köyümüzü sahilin en şirin, en sevimli bir noktasında intihab etmiştik (seçmiştik). Adamızı ihata eden bahr-i huruşanın (coşkun denizin) heybetli dalgaları bizim sahilimize gelinceye kadar ilerideki kayalara çarparak kırılırdı. Ve birer elmas gibi parlayan beyaz, temiz kumlarımızı hafif hışırtılarla tehziz ettiği (titrettiği) zaman, zannederdik ki bu umman-ı bî-pâyan (sonsuz okyanus) şu ıssız sahilin samimi bir hiss-i uhuvvetle (kardeşlik hissiyle) birleşen garibü’d-diyar mihmanlarına (misafirlerine) bir terane-i tebrik ve teşci (cesaretlendirme) ehda ediyor (hediye ediyor).

Zaten bütün tabiat bize bu hüsn-i kabulü göstermişti. Cesim ormanların nesim-i müferrihe (ferahlatıcı rüzgara) tevdi ettikleri tude-i revayih (kokular yığını), bir hiss-i iğtirab (gurbet hissi) ile ihtilac etmek (çırpınmak) isteyen sinelerimize kuvvet-buhş bir deva-yı tesliyet (teselli devası) getirir, ileride çağlayan sular bize cesaretler verir, kuşlar bize birer neşide-i metanet okur, bütün tabiat muhite -pak ve tabii bir hayat ile zinde, faal görünen bu valide-i müşfika (şefkatli anne)- bizi ağuşuna (kucağına) alır, bağrına basar, bu derin bu umumi hayat içinde kederlerimizi unutturur, etraftaki ahenk-i hayata karışmak, yaşamak -ah, serbestçe, insanca yaşamak- arzularını bize verirdi.

Köyümüzün önünde, ufuk-ı mevvâcın (dalgalı ufkun) beyaz köpükleriyle hasbıhal eder gibi hal-aşina duran rahim ve sâldîde (yıllanmış/yaşlı), büyük bir ağacın altında ilk akşamlar toplandığımız zaman yanımızda oynaşan parlak saçlı sevgili çocuklarımız, mütehayyir gözlerle baktıkları cesim vadilerimize, daha cesim ormanlarımıza, semalarımıza doğru kollarını bazen açarlar, sanki bu nâmütenahilikleri (sonsuzlukları) ruhlarına doldurmak isterlerdi. Ve bu tavırlarıyla da bize vazifemizi tecessüm ettirirlerdi (cisimleştirirlerdi). Evet bu aziz çocuklar büyütülecek, bu vadiler işlenecek, çalışılacak, daima çalışılacak idi.

Biz bu çalışmaya ibtida (başlangıçta) köyümüzü inşadan başlamıştık. Zaten planlar hazır idi, bunlar uzun uzun münakaşat-ı samimiye neticesinde hep karargir olmuştu. Köşklerimiz öyle büyük, müzeyyen (süslü) değildi. İhtiyacatımıza, ancak ihtiyacatımıza kifayet edecek kadar küçük, kışın fırtınalarına dayanacak kadar metin, fakat zarif, sevimli, sade, bilhassa sade idi. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük salon, çocuklarımız için birer küçük oda, birer yatak odası vardı.

İhtiyacatımızı da mümkün olduğu kadar azaltmıştık, zaten süslü salonlardan, gayr-i tabii, mülevves (kirli) hayatlardan kaçıyorduk. Bizi sade, elzem, yalnız elzem olan eşya-yı beytiye memnun edebilirdi. Biz bahtiyar olmak için yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika masnuata (sanat eserlerine) muhtaç değildik. Hiss-i aile, bu refakat-i muhibbane (dostça arkadaşlık), sa’y ve gayret (çalışma ve çabalama) bizi mesut ediyordu. Birbirimizin yanında yaşamaktan, zihinlerimizde insaniyet için layık gördüğümüz bir hayat ile yaşamaktan, birbirimizi sevmekten, çocuklarımızı büyütmekten, bu saf hayattan, bu sade hayattan -ah, bu hayat-ı muhayyel ve muazzezden- mesut idik.

Köyümüzün ortasında müşterek bir bina var idi. Burası, hepimizi istiap edecek (içine alacak) kadar geniş bir yemek salonundan, yine büyük bir salonla bir kütüphaneden terekküp ediyordu (oluşuyordu). Sabah, akşam bütün aileler bu sofranın etrafında birleşirdik. Çocuklarımız yanlarımıza oturur, bir velvele-i şetaret (sevinç çığlıkları), bir hava-yı samimiyet içinde neşeli bir taam (yemek) başlardı. Hizmetçilerimiz yoktu; hepimiz birbirimizin hizmetçisi, esiri idik; her akşam bir aile mütenaviben (nöbetleşe) ifa-yı hizmet ederdi. Ve böyle sevdiklerimizin bir işini görmekte, onların tabaklarını kaldırmakta, yemeklerini vermekte ayrı bir lezzet, derin bir meserret (sevinç) duyardık.

Sonra balkonda kahveler içilir, latifeler temadi ederdi (şakalar sürüp giderdi). Sonra salona çekildiğimiz zaman şetaretli muhavereler (sevinçli sohbetler) arasında köyün hayatına müteallik meseleler hallediliverir, her şeyden bahsolunur, sonra biraz piyano çalınır, biraz şiir okunur, saatlerin tayaranından (uçup gitmesinden) bihaber kalınırdı. Küçük meleklerin pak nazarları mahmurlaşarak göz kapakları düşmeye başladığı zaman artık anlardık ki vakti mufarakat (ayrılık vakti) gelmiştir. Adeta derin tahassürlerle (özlemlerle) veda eder, ayrılırdık. Herkes çocuklarını elinden tutarak kendi yuvasına çift çift dönerdi.


Edebi Tahlil ve Metin İncelemesi

Hüseyin Cahit Yalçın’ın bu satırları, sadece bir hikaye değil, bir neslin “gerçekleşmemiş rüyası”dır. Servet-i Fünun şair ve yazarları, İstibdat Dönemi’nin baskısından kaçmak için Tevfik Fikret öncülüğünde Yeni Zelanda’ya gitme, orada “Yeşil Yurt” adını verdikleri bir koloni kurma hayali kurmuşlardır. Ancak maddi imkansızlıklar ve siyasi engeller yüzünden bu hayal Yeni Zelanda’dan Manisa’nın Sarıçam köyüne, oradan da tamamen bir hayal kırıklığına (Hayat-ı Hakikiye’ye) dönüşmüştür.

Metinde dikkat çeken en önemli unsur **”Kaçış Psikolojisi”**dir. Yazar, “eski âlemlerden” (İstanbul ve baskı ortamı) uzaklaşmayı, “mazi ile arasına denizler koymayı” bir kurtuluş olarak görür. Metindeki “Yeni” vurgusu (yeni kalpler, yeni hisler, yeni gökyüzü) aslında bir yeniden doğuş arzusudur.

Üslup açısından bakıldığında, Servet-i Fünun’un o süslü, Arapça-Farsça tamlamalarla yüklü dili görülse de, Hüseyin Cahit’in anlatımında bir “tablo çizme” (betimleme) ustalığı vardır. Tabiat, kişileştirilmiş bir “anne” (valide-i müşfika) gibi onları kucaklar. Bu, romantik bir doğa algısıdır; doğa, şehirdeki kirlenmişliğin aksine saf ve masumdur.

Metinde geçen “hizmetçisiz hayat”, “ortak yemek salonu”, “herkesin çalışması” gibi detaylar, dönemin aydınlarının sosyalist ütopya ve komünal yaşam fikirlerinden de etkilendiğini gösterir. Onlar için mutluluk; “yaldızlı döşemelerde” değil, “sade ve samimi” bir emektedir.

Yazar Hakkında: Hüseyin Cahit Yalçın

1875-1957 yılları arasında yaşayan Hüseyin Cahit Yalçın, Servet-i Fünun topluluğunun en polemikçi, en mücadeleci ismidir. Romancılığından ziyade eleştirmenliği ve gazeteciliği ile ön plana çıkmıştır. Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” makalesi yüzünden Servet-i Fünun dergisi kapatılmış ve topluluk dağılmıştır. “Hayat-ı Muhayyel”, onun hikayelerini topladığı en önemli eserlerinden biridir ve dönemin ruh halini yansıtması açısından bir belge niteliğindedir. Realizmi savunsa da, bu metinde görüldüğü gibi ruhu son derece romantik ve melankoliktir.

Sonuç

“Hayat-ı Muhayyel”, gerçekleşmesi imkansız bir düşün, kağıt üzerinde kurulmuş en güzel şehridir. Hüseyin Cahit ve arkadaşları o uzak adaya asla gidemediler, o sade evleri asla inşa edemediler; ancak Türk edebiyatına, umudun ve hayal kırıklığının en estetik ifadelerini miras bıraktılar. Bu metin, insanın en zor zamanlarda bile hayal kurma yeteneğinin bir kanıtı olarak okunmalıdır.

Sizce insan, yaşadığı zorluklardan kaçmak için kurduğu hayallerde mi daha mutludur, yoksa o hayallerin yıkılacağını bile bile mücadele ettiği gerçek hayatta mı? Yorumlarınızı bekliyorum.

Etiketlendi:

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.