Refik Halit Karay’ın keskin gözlem gücünü, mizahını ve insan karakterlerini çözümlemedeki ustalığını bir arada sunan “Enver’le Babası” hikâyesi, hem tarihî bir dönem panoramasını hem de insan psikolojisinin çarpıcı yönlerini taşır. Bu yazıda, Karay’ın eserindeki özgün Osmanlıca metni bozmadan günümüz alfabesine titizlikle aktarılmış hâlini, metnin ruhunu koruyarak sunuyorum. Eserin tarihî arka planı, sosyal eleştirisi ve güçlü anlatımıyla bu hikâye, hem edebiyat meraklılarını hem de metin incelemecilerini derinden etkileyecek nitelikte.
Metin oldukça kolay bir metin bu nedenle yeni başlayan ve okumasını hızlandırmak isteyenler için biçilmiş kaftan. Metinler paylaşmaya devam etmem için lütfen yorum yapın. İlgi görmeyen bir yazı tarzı ile vakit kaybetmemek adına hangi yazı yorum alırsa oraya yönelmek zorundayım. Tek başıma siteyi idare etmem gerekiyor çünkü.
Enver’le Babası (Günümüz Alfabesiyle)**
(Enver’in ki şimdi de “Kara Melin” sarayında yaşadığını haber alan yaşlı, verimli-meşreb bir zât, dün bana hikâye etti; aynen vâkıa, aynen hakîkattir:)
Bu oğlanın talihi de sahih saraydan, debdebeden açılmış… Kim derdi ki, benim ufakçığını bildiğim, elinden tutup mektebe başlattığım o sinsi ve mâvî donlu çocuk bir gün gelecek, yedi devlete harb açacak, yedi yüz bin adamın katlini akıtacak, yedi milyon lira servet yapacak, memlekette on sene vur aşağı, al yukarı, hırs sürüp harman savuracak?..
Fakat zamâne böyle… Baksana, bir küçücük maymunun bir koca hükûmeti altüst ettiği bir asırda küçücük Enver de neye daha büyük bir devleti harc ü merce etmesin?..
Evet, Enver’i pek küçükken, o facıkçık iken tanıdım. O zaman, işte otuz sene kadar olacak, Manastır’da memur idim, gençtim, haşarı idim, rakıya, saza düşkündüm.
Bir akşam iki arkadaşımla beraber meyhaneye oturup çakıştırırken, baktık kapıdan içeri uzun boylu, gücü kuvveti yerinde, fakat kıyafeti düşkün, etvârı acemi bir adam girdi, geçip köşeye oturdu; bir şişe rakı ısmarladı ve hüzünlü hüzünlü, tek başına, avucu şakâğında düşünmeye başladı. Arkadaşlara:
— Çocuklar, dedim, bu bir hemşehrî olacaktır, hâlinde bir İstanbulluluk var; şunu masamıza davet edelim!
Bu teklifim kabul oldu. Derhal:
— Hele şöyle yanaş hemşehrî! Maksat bir az neşe bulmaksa daha çabuk keyf oluruz! dedik. Kabul etti.
“Derdin ne imiş?” diye sorduk.
“Nâfia kondüktörüyüm; kör talih buralara attı; dağ tepe düz gider, ömrümü yollarda rencberler arasında heder ederim. Ne arayacağım belâmı?” dedi.
“Âdem, bırak kederli sözleri; Allah hâli eder, merak etme!” cevabıyla susturduk. Tatlı tarafını yakaladık. Mübarek mekkâre, misli bulunmaz bir hânende imiş. “Hay Subhânım!” dedi de bir gazele başladı; sesiyle dağlar, dereler inledi…
Bir daha, bir daha derken bir sabahı etmeye gözümüzde kıymetleşti. “Yaşa! Sesinle var ol!” diye diye adamcağızı şafak sökünceye kadar söylettik. Nihayet:
— Birader, şimdi ağlatacaksın! Bekâr mısın? Ailen varsa nerede? diye soruşturduk.
“Yer bilmem, yurt bilmem; bir haneye tıkıldık, oturuyoruz. Bir haremin, bir de ufak oğlum var!” dedi.
“Öyle olmaz; size bir ev bulalım, yerleştirelim; elbirliğiyle işi yoluna sokarız!” dedik.
Büyük Kadıasker Hanı derler; Manastır’da bir han vardır. Onun kuytu, loş bir odasına sığınmış bir kadın ve mâvî donlu, pembe renkli, ablâk yüzlü, sinsi, uslu bir oğlan!
Kondüktör oğluna:
— Koş Enver, amcazadelerinin ellerini öp! emrini verince çocuk utana sıkıla, bir eli burnunda, yanımıza yaklaştı. “Şap! şap! şap!” hepimizin ellerinden birer defa öptü.
Biz de:
— Toyun çok olsun! diye dua ettik.
Ağzımız kuruyaydı da etmeyeydik! Oğlanın elini değil, etekliğini, ayağını, dizini, bastığı yeri, fotininin altını bile öptüler. Hem kaç bin kişi! Acaba kimin önünde? Herkes “Kahraman-ı Hürriyet!” diye peşinde, setresinin ucunu olsun öpebilir miyim diye dönergece düştü!
Hâlâ da Rusya’da, Azerbaycan’da, bilmem ne cehennemde yine el, etek öpme törenleri tümen tümen… Bir derece makbul bir dua ömrümde görmedim ki!
Her ne ise, Kondüktör Ahmed Efendi’yi bir eve yerleştirdik. Hânendeliğini de şurada burada, eşraf konaklarında medh ettik. Sesinin güzelliği sayesinde hayli ahbap peyda etti. Bir gün kibâr evlere çıktı, hulâsa işini yoluna koydu.
Ziyaretine gitmiştim. Enver içeri girdi. Bir iltifat olsun diye:
— Gel bakalım küçücük paşa! deyivermeyeyim mi? Hakikaten az günde öyle küçücük bir paşa oldu ki deyme gitsin. Otuz ikisinde yoktu, goftehâr serasker forması taktı… Benim dualarım bu çocuğa öyle isabet ediyordu ki, şimdi düşündükçe… hiddetimden sakalımı yolacağım geliyor! Ne ise, gelelim maceraya:
— Mektebe gidiyor musun? diye sordum.
“Âh!” dedi, kaydırak oynuyorum!
“Vay!” dedim, haylazlık yeter, okumalı, adam olmalı, büyük adam olmalı!
Keşke sebep olmayaydım da haylaz kalaydı; kaydırak oynayaydı. Bir büyük adam oldu ki… pir! Gölgesinden dünya ürktü; dünyayı kendisine dar gördü; başımıza Nemrûd kesildi.
Elinden tuttum; civarda bir mahalle mektebi vardı. Hemen boynuna bir cüz kesesi, başına yeni bir fes; mâvî donu da değiştirerek aldım götürdüm:
— Derisi benim, kemiği senin; ne yaparsan yap! mukaddemesiyle Enver’i muallimin önüne oturttum.
“Elif!” dedi.
Enver yarı peltek tekrar etti.
“Be, te, se… ilâ ahir…”
Musibet çocuk sonra alfabeye bile musallat oldu; bâzıyı bile altüst etti. Ya Hoca’nın eli de ama uğurlu imiş… Aklım hatırımda değil ama galiba derse acele ile besmele mi başladı, ne oldu?..
İşte Enver’i ben bu yaşta tanıdım; mektebe ben başlattım. Manastır’da bulundukça ve yolda tesadüf ettikçe gelir, elimi öperdi.
Aradan zaman geçti; ben diyar diyar dolaştım. Daha ne kondüktörlerle ahbap oldum, ne Enver’ler gördüm. Hatıralarım birbirine karıştı. Derken Meşrutiyet ilan olundu.
— Bir Enver’dir gidiyor; Kahraman-ı Hürriyet Enver!
Kendi kendime:
— Ahdım olsun, şu arslan bir kere hâlime bir gelsin! diyordum…
Ben de herkes gibi: “Yaşasın Enver!” diye haykırıyordum. O sırada köprüde biri elimden tuttu. Eğri boylu, güçlü kuvvetli, kırantağa bir adam. Gözüm ısırıyor ama kim? Bir türlü çıkaramıyorum.
— Ayol, dedi, tanıyamadın mı? Ben Kondüktör Ahmed değil miyim?
— Vay sen misin? dedik, sarıldık. “Nasılsınız?” dedim.
— Allah’a çok şükür, dedi.
Oğlunun olduğunu hatırladım:
— Ya mahdûm? O da afiyettedir inşâallah. Nerelerle meşgul? diye abdâl abdâl sordum.
— Ne, Enver mi? Haberin yok mu canım? “Kahraman-ı Hürriyet” oldu!
En garibini anlatayım: O benim elimi şapır şapır öpen Enver’e, benim mektep ayağına kapanmak, ayağını öpmek kadarım da yok mu imiş?.. İşte asıl buna yanıyorum.
Akrabamdan birini idama mahkûm ettiler. O zaman Harbiye Nazırı idi. Üç gün çalışa çabalaya nihayet yanına girmeye muvaffak oldum. Yalvardım, yakardım, eski günleri hatırlattım; kendisini mektebe almakla başlattığımı söyledim. Sakalımı gözyaşımla ıslattım. Ayağına kapandım; dizini, paçasını, ökçesini, neresi gelirse öptüm. Öptüm, fakat hiçbiri tesir etmedi.
— Kanun kanundur, hükmü icra edilir! dedi. Ağzından başka bir kelime çıkmadı.
Ben de kendi kendime dedim ki:
— Sana bu revadır herif! Filan yavrusuna “Paşa ol! Büyük adam ol! El öpmelerin çok olsun!” diyen, kaydırak oynarken elini tutup mektebe başlatan sen değil misin? Şimdi çek cezânı!
Sence Enver’in çocukluk hâli ile büyüdükten sonraki iktidar tavrı arasındaki bu sert değişim, bugün hâlâ çevremizde gördüğümüz bir insan hâlini mi yansıtıyor? Düşüncelerini yorumlarda duymayı çok isterim.





