Osmanlı aydınlarının devletin kurtuluşu için öne sürdükleri düşünce akımlarından biri de İslâmcılık fikriydi. Osmanlı Devleti bir Müslüman ülkesiydi ve halkın büyük çoğunluğu da İslâm dinine mensuptu. Ayrıca padişah, aynı zamanda bütün Müslümanların dinî lideri olan Halife sıfatını taşıyordu. İslâm’ın temel prensiplerinden biri olan “ulü’l-emre itaat” ilkesi, bu noktada siyasî bir imkân olarak görülmüştü. Bu sebeple, hem İslâmcılar hem de saray çevresi bu düşüncenin güçlendirilmesi gerektiğine inanmışlardı. Özellikle II. Abdülhamid, İslâmcılık fikrini desteklemiş ve bu düşünceyi devletin birliğini korumak için bir araç olarak kullanmıştır. En azından Müslüman toplulukların elde tutulması, devletin bekası için bir çare olarak görülmekteydi.
Araplar ve Türkler birlikte büyük bir demografik ve kültürel güç oluşturuyorlardı. Ancak özellikle İngilizlerin etkisiyle Osmanlı Devleti’ne karşı isyan eden Araplar ve Sancak-ı Şerife itibar etmemeleri, İslâmcılık siyasetinin uygulanmasında büyük bir engel teşkil etti. 1908’e kadar İslâm ülkelerini kalkındırmak, Hristiyan Batı’nın üstünlüğünü sona erdirmek ve Müslüman toplumları yeniden diriltmek amacıyla çeşitli siyasal ve kültürel faaliyetlerde bulunan bu düşünce çevreleri, hedeflerine tam anlamıyla ulaşamadılar.
Bu fikrin önde gelen temsilcileri arasında;
İran ve Afganistan’da Cemaleddin Afgânî (1838–1897), Mısır’da Muhammed Abduh, Osmanlı’da ise Said Halim Paşa (1863–1921), Mehmet Âkif Ersoy (1873–1936), Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi (1865–1919), Hacı Zihni Efendi (ö. 1913) ve M. Şemsettin Günaltay (1883–1961) yer almıştır.
Ancak XX. yüzyılın başlarında milliyetçilik rüzgârları hızla yayılmış, Osmanlı topraklarındaki hemen her etnik grup kendi kimliğini öne çıkarmaya başlamıştır. Arnavut “Ben Arnavut’um”, Arap “Ben Arap’ım”, Ermeni “Ben Ermeni’yim” diyerek millî bağımsızlık taleplerini seslendirmiştir. İşte bu ortamda, millet-i hâkime olan Türk milletinin içinden bir şair, Mehmet Emin Yurdakul, güçlü bir sesle ortaya çıkarak şu mısraları söylemiştir:
Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.
Bu söz, bozulmaya yüz tutan Osmanlı-İslâm kardeşliğinin ardından, devleti kuran iradenin kendi öz kaynaklarına dönmesi gerektiğini hatırlatan bir uyarı niteliğindedir.
Her ne kadar İslâmcılığın tam anlamıyla doktriner bir bütünlüğe sahip bir tanımı olmasa da, dönemin gazete, dergi ve risalelerinde görülen İslâmcı fikriyat genel olarak şu esaslar etrafında toplanabilir:
- İnanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, iktisat, hukuk ve eğitim alanlarında İslâm’ı yeniden hayatın merkezine yerleştirmek,
- Müslüman toplumları geri kalmışlıktan, Batı hâkimiyetinden ve keyfî yönetimlerden kurtarmak,
- Dinî düşünceyi taklit, hurafe ve bid‘atlardan arındırmak.
Bu yönüyle İslâmcılık, XIX. yüzyılın birçok İslâm coğrafyasında görülen ıslah (reform), tecdid (yenilenme), ihya (diriliş) gibi kavramlarla ifade edilen dinî, siyasî ve ilmî bir yenilenme arayışıdır.
Said Halim Paşa, bu fikriyatın özünü şu sözlerle açıklar:
“İslâmlaşmak demek, İslâmiyet’in inanç, ahlâk, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak uygulanması demektir.”
(Buhranlarımız, s. 184)
Millî Edebiyat Döneminde İslâmcılığın Edebî Yansımaları
Millî Edebiyat döneminde İslâmcılık düşüncesi, yalnızca siyasî bir ideoloji olarak kalmamış; edebiyat, düşünce ve sanat dünyasında da güçlü bir yankı bulmuştur. Bu dönemde kalem oynatan aydınlar, İslâm’ın birleştirici gücünü, ahlâkî ilkelerini ve toplumsal dayanışma fikrini edebî metinlerin ana eksenine yerleştirmişlerdir.
İslâmcılığın edebî plandaki en güçlü temsilcisi Mehmet Âkif Ersoy’dur. Onun şiirlerinde, özellikle Safahat adlı eserinde, iman, çalışkanlık, doğruluk, dayanışma ve ahlâk gibi İslâmî değerlerin toplumu yeniden dirilteceğine dair sarsılmaz bir inanç vardır. Âkif, eserlerinde Batı’nın ilim ve tekniğinin alınması gerektiğini savunurken, bunun ahlâkî ve ruhî temellerde İslâmiyet’e yaslanması gerektiğini vurgular.
Onun “Asım” idealinde görülen gençlik tasavvuru, hem dindar hem de çağının bilimine açık bir nesli hedefler.
Bu düşüncenin yayıldığı en önemli kültürel platformlardan biri Sırât-ı Müstakîm (daha sonra Sebîlürreşâd) dergisidir. Dergi, sadece bir edebiyat mecrası değil, aynı zamanda bir fikrî diriliş hareketinin yayın organı olmuştur. Said Halim Paşa, Eşref Edib, Babanzâde Ahmed Naim gibi isimler burada kalem oynatmış; İslâm birliğini savunurken modernleşme ile bağdaştırılabilecek bir düşünce sistemi geliştirmeye çalışmışlardır.
İslâmcılığın edebî etkileri, sadece şiirle sınırlı kalmamıştır. Hikâye ve romanlarda da Müslüman kimliğini koruma, ahlâkî yozlaşmaya direnme, Batı taklitçiliğine karşı durma temaları sıkça işlenmiştir. Bu anlamda İslâmcılık, millî edebiyatçılarla aynı hedefte birleşmiştir:
Her ikisi de toplumu kendi öz değerlerine döndürmek, yozlaşmaya karşı direnci güçlendirmek istemiştir.
Millî Edebiyat’ın “dil ve milliyet” merkezli yönüyle İslâmcılığın “ahlâk ve birlik” merkezli yönü, bazı noktalarda kesişmiştir. Mehmet Âkif’in şu dizeleri, bu ortak duyuşun özeti gibidir:
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Bu anlayış, din ile milliyetin birbirine düşman değil, birbirini tamamlayan iki değer olduğu fikrini taşımaktadır.
Sonuç olarak, İslâmcılık akımı Millî Edebiyat içinde sadece bir fikir olarak değil, ahlâkî bir duruş, medeniyet tasavvuru ve kültürel bir diriliş çağrısı olarak yerini almıştır. Mehmet Âkif’in temsil ettiği bu damar, Cumhuriyet sonrasında da manevî temelli Türk düşüncesinin şekillenmesinde etkisini sürdürmüştür.
