Elif Şafak’ın 2013 yılında yayımlanan Ustam ve Ben romanı, tarihle hikâyeyi, doğuyla batıyı, sanatla inancı, ustalıkla çıraklığı harmanlayan bir anlatı. Şafak, Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamlı dönemlerinden birinde, Mimar Sinan’ın dehası etrafında dönen bu romanla okurunu hem taşla hem de ruhla inşa edilmiş bir dünyaya davet eder. Dili zarif, kurgusu incelikli, temasıysa evrensel: Usta olmanın yolu, bir ömür çırak kalmayı bilmekten geçer.
Hindistan’dan Osmanlı topraklarına getirilen beyaz fil Çota, genç bir Hintli mahut olan Cihan’la birlikte İstanbul’a gelir. Cihan, burada Mimar Sinan’la tanışır ve onun çırağı olur. Sinan’ın gölgesinde mimarlık, sabır, aşk ve bilgelik öğrenirken, Osmanlı’nın ihtişamı kadar çöküşe giden ince çizgiyi de fark eder. Sinan, Selimiye, Süleymaniye gibi abidevi eserlerle taşın dilini çözerken; Cihan insan ruhunun labirentlerinde kaybolur. Roman ilerledikçe, sadece ustalık değil, insanın kendi içindeki “ben”le mücadelesi de merkeze yerleşir. Usta ile çırağın hikâyesi, aslında Tanrı ile insan, bilgi ile cehalet, sevgi ile kibir arasındaki ezeli dansın bir alegorisidir.
“Hazreti Yakub’un on iki oğlu vardı, Hazreti Isa’nın on iki havarisi. Kuran’ın on ikinci suresinde hikâyesi anlatılan Hazreti Yusuf, on iki kardeşten biriydi. Yahudiler on iki bo-mun ekmek koyardı masalarına. On iki aslan beklerdi Hazreti Süleyman’ın tahtını. Altı adımda çıkılırdı o koltuğa ve her çıkışın bir inişi olduğuna göre altı adım daha demekti bu, ki toplam on iki ederdi. On iki temel inanış Hint diyarında hüküm sürerdi. On İki imam, derdi Şiiler, Hazreti Muhammed’in peşi sıra gelirdi. Hazreti Meryem’in tacında on iki yıldız vardı. Ve ismi Cihan olan bir oğlan henüz on iki yaşındaydı İstanbul’u hayatında ilk kez gördüğünde.”
“Aşktan bahsediyordu. Cümle kâinata, en ufaktan, zerreden ea mühime kadar her şeye eşit nazarla bakmaktan söz ediyordu. ‘Cahil bir köylü, senelerce mürekkep yalamış hocadan yahut yedi kez hacca gitmiş hacıdan çok daha yakın olabilir Allah’a’ diyordu, “öyleyse, ya ne demeye paye vermeli ulemaya?”
Dua etmek, ilanı aşk etmek demekti. Yaradan’a olan sevdanı açık etmek. Aşkta korkuya yer yoktu, ya da çıkarcılığa, insan ki kâinatın gayesiydi, kıymetli ve kadimdi, ona hiçbir şey haram değildi, öyleyse insan ne kaynayan kazanlardan çekinmeli, ne huriler beklemeliydi, çünkü cennet de cehennem de, azap da sefa da yarın değil, şimdi; uzaklarda değil, buradaydı. “Allah’tan korkmaya daha ne kadar devam edeceksiniz?” diyordu. “O’nu sevmek varken?”
“Bazı ustalar taşla konuşur, bazıları susar. En büyükleri ise sessizliğin sesini duyar.”
“Aşk, insana önce kim olduğunu unutturur, sonra gerçekten kim olduğunu hatırlatır.”
“Bir ustanın elleriyle yaptığı her şey, aslında gönlünün bir yankısıdır.”
“İnsanın içine bakmakla bir kubbenin içine bakmak arasında fark yoktur; ikisi de boş görünür ama sesle doludur.”
“Bizler fanileriz; fakat taş, mimarının duasını asırlarca taşır.”
