Osmanlıca Buhran, Celal Sahir Erozan

 Merhaba sevgili Osmanlıca okurları. Bu yazıda sirlerle Celal Sahir Erozan'a ait olan Buhran isimli öyküyü paylaşacağım. Bu öyküden kısaca bahsetmek isterim. Başka sitelerde bir çok emekler harcayarak taradığım ve okunaklı hale getirmek için uğraştığım bu metinleri çalıp paylaşıyorlar bu nedenle filigran koymak zorunda kaldım. Bunun için kusura bakmayın.

Celal Sahir Erozan'ın "Buhran" adlı öyküsü, aşkın, özlem ve kaybın acısını derin bir şekilde ele alan bir eserdir. Öykü, üç gün boyunca hayatına anlam katan sevgilisinin ardından duyduğu özlemi anlatır. Bu üç gün boyunca, her şeyi unutan öykü karakteri, sevgilisinin kaybı sonrasında hayatının geri kalanında sadece hatıralarının kaldığını fark eder.

Öyküde, özlem, kayıp ve yalnızlık gibi temalar, bir araya gelerek derin bir hikaye anlatılır. Öykü, sevgilisine olan özleminin acısını derin bir şekilde hisseden karakterin iç dünyasına odaklanır. Sevgilisine olan bağlılığı ve aşkı, öykünün her satırında hissedilir.

Erozan, öyküyü sadece bir aşk hikayesi olarak ele almaz, aynı zamanda insanın hayatta kaybedebileceği şeylere, zamanın önemine ve insanın hayatındaki anlamlı anların kısa sürebileceğine de değinir.

Öyküdeki karakterin acısı ve özlemi, okuyucunun da iç dünyasına işler. İnsanın hayatındaki anlamlı anların önemine dair düşünceler, okuyucuda derin bir etki yaratır.

Erozan'ın "Buhran" öyküsü, aşkın acısını derinlemesine işleyen, etkileyici bir eserdir. Öykünün sonunda karakterin hayatına geri dönüşü, okuyucuya umut verirken, kayıp ve özlemin ne kadar derin bir acıya dönüşebileceğine dair de bir hatırlatma yapar.

Buhran Osmanlıca

Üç gündür hayâtıma çiçekler serpiyordun; üç gündür mes’ûddum; üç gündür bütün hayâtımdaki ıztırâbları, mâzînin tahassürlerini, bedbînliklerini unutmuştum. Üç gün! Ah ne kadar yazık ki yalnız üç gün sürdü. Sonra gittin, sonra kaçtın, uçtun, gurûb ettin. Keşke sen gideceğine bütün başkaları gitseydi de seninle yalnız kalsaydık, ah, sen kaçacağına aklım
kaçsaydı, sen uçacağına rûhum uçsaydı, sen gurûb edeceğine hayâtım sönseydi…

Yalnız üç gün! Bir çiçeğin bile daha çok hayâtı vardır. En geçici bir hevesin bile daha çok hayâtı vardır…


Yalnız üç gün! Fakat bilir misin ki bu kısa zamân benim için senelerden fazla, bütün bir ömürden fazla, ebediyetten fazla kıymet-i hâizdir. Çünkü rûhumda hala onun lezzeti, hala onun bana verdiği saâdetin, ümitsizliklerime döktüğü tesliyyetlerin te’sîri var; rûhumda hala o var.

Var; elbette var. Olduğu için yaşıyorum. Olmasaydı…

Eğer şimdi sorsalar bana hayâtımda elemsiz yalnız bu üç günü irae edebilirim; Eğer sorsalar şimdi bana yalnız üç gün yaşadım, derim. Öteki eski günlerimi, o sahte saâdetlerle dolu, devam etmeyen lezzetleri olan günleri inkâr ederim…

Fakat niçin, niçin yalnız üç gün doğdun, aydınlattın, ısıttın? Evet, güneş gibi, Tıpkı onun gibi zavallı kalbimin karanlığını nûrunla, soğukluğunu ateşinle izâle ederek bana hayâta tahammül etmek için tâb u takât verdin; bana hayât verdin…

Nazarlarım muhîtâtındaki bî-renk ü yek-âhenk rûhsuzluktan bunaldıkça gözlerine ilticâ ediyordu. Rûhum senin rûhunu yakınında hissettikçe cesâret ve kuvvet buluyordu. Sevgili sesinin mevcât-ı billûrîsi kulaklarımda çınladıkça bu bûse-i tannânın te’sîriyle gaşyoluyordum…

Şimdi sen gittin. Bana yalnız yâdın, gölgen, hayâlin


kaldı. Sen yoksun; onlar var. Lâkin onlar sen değilsin ki! Onlarda senin câziben, senin şi’r-i hüsnün yok ki!.. Onlarda senin melekâne mas’ûmiyetin, onlarda senin merhamet-kâr kalbin yok ki!…

Yâdın bana başka şeyleri de hatırlatarak rûhumu te’lîm ediyor, tahrîb ediyor…

Gölgen, hayâlin kaçıyor, uzaklaşıyor; Bazen bir tebessüm-i istihzâ ile bir ân için yaklaşarak beni teshîr ediyor; sonra uçuyor, siliniyor, nâ-be-dîd oluyor…

Halbuki, ah, sen varken ben hiç başka şey düşünemiyordum, hatta senin benim olmadığını, senin beni sevmediğini, hatta senin benim seni sevdiğimi bilmediğini bile düşünemiyordum. Ben seninmişim gibi, sen benimmişsin gibi kânî, rahât, mes’ûddum…

Şimdi sen yoksun, bütün acı mahrûmiyetlerimi, bütün zavallılıklarımı düşünüyorum. Kendi kendime acıyorum. Onların hiçbiri beni kurtarmıyor; kurtaracaklarına öldürüyorlar. Âh, ben onları sevmiyorum, onlar da beni sevmiyorlar. Kuzum, sen gel de, sen yine gel de onlar gitsinler…

Sen bütün bütün gel de onlar da bütün bütün gitsinler, e mi ?…

Kuzum!…


Gece!… Dışarısı karanlık… Dün akşam aydınlıktı. Semâ gülüyordu. Bulutlar musannâ’, nazar-firîb hârelerle gökyüzünü süslüyorlardı. Kamer-i nûrânî çehresiyle bize bakıyor, yumuşak, ipekli, nâ-kâbil temâs-ı nigâhı gözlerimizi okşuyordu. Yıldızlar titreşiyorlar, parlaşıyorlar, mütemâdiyen bize göz kırpıyorlardı. Tabiatın şehrâyîni vardı… Yanımızdaki evin ağaçlığında bülbül, sevdiğin kuş ara sıra ateş-nâk bir lahn-ı giryân ile sükûn-ı amîk-i leyli yırtıyor, uzakta kurbağa, sevdiğim hayvan bazen ona refakât ediyordu, hazîn, melâl-perver esvâtı bana rûhânî bir istiğrak ve bir meyelân-ı tefekkür veriyordu. Şimdi, bu gece her yer karanlık… Gök gürlüyor; yağmur yağıyor; ara sıra pembe bir yangın gözlerimi hırpalıyor: bir şimşek… Kamer yok, yıldızlar yok, dün akşamki güler yüzlü semâ yok…

Ve sen yoksun… Hepsi olmasın, fakat sen niçin yoksun? Niçin, niçin, niçin yoksun? Bâri sen olsaydın, yalnız sen; hiç biri olmasaydı da yalnız sen olsaydın…

Celal Sahir

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler. Daha fazlası için bizi motive ediyor.

Daha yeni Daha eski