Tanzimat Dönemi Edebiyatı

 TANZİMAT DÖNEMİ EDEBİYATI (1860-1896)

1860’tan sonra, imparatorluğun siyasî ve sosyal durumunda önemli gelişmeler göze çarpar ve bunlar doğal olarak edebiyatın gelişmesine de etki eder.  1860 ile 1896 arasında edebiyat dünyamızda gerçekleşen bu döneme Tanzimat Dönemi Edebiyatı denir.



Batılılaşma Hareketleri ve Tanzimat Fermanı

Mustafa Reşid Paşa’nm 1858’de ölümünden sonra 1871 tarihine kadar devlet idaresini çoğu zaman elinde tutan ve karakteri bakımından çok tedbirli ve ihtiyatlı olan Âli Paşa, batılılaşma hareketinin temposunu da ağırlaştırır. Hareketin yürütülmesi ve sürekliliği bakımından burada dikkat edilecek mühim bir nokta, çağdaşlaşmayı sıkı bir kontrol altında tutan politikacıların yanıbaşmda, onu samimiyetle benimsemiş, tamamıyle idealist ve aydın bir neslin yetişmiş olmasıdır. Bazı şahsî ihtiras ve kuşkuların tesiri ile batılılaşma hareketinin geliştirilmesi için politikacıların gösterdikleri yavaşlık karşısında, bu nesil II. Abdülhamid dönemine kadar, teşebbüsü elinden bırakmamıştır. Böylelikle batılılaşma, yalnız devlet tarafından yürütülen bir hareket olmaktan çıkarak, aydınların halka da mal etmeye çalıştıkları, çok daha şuurlu ve kapsamlı bir duruma gelmiştir.


20 Haziran 1861’de Abdülmecid’in erken ölümü üzerine tahta geçen kardeşi Abdülaziz (1861-1876), ağabeyisi kadar kültürlü ve Batı hayranı olmamakla beraber, ülkenin çağdaşlaşmasına karşı da değildi. Fakat o da, devletin yönetimi konusunda bütün yetkinin kendisinde toplanmasına, yani Osmanlı devlet geleneğinin devamına taraftardı ve bu geleneği sonuna kadar sürdürdü. Zaten Gülhâne Hattı ile devletçe taahhüd edilen hususlar, ferdlerin tabiî hak ve hürriyetlerinin (can, mal ve namusun) teminat altına alınması ve bunlarla ilgili işlemlerde kanunların hakim kılınması idi. Yani Gülhâne Hattı, siyasî olmaktan çok, hukukî bir belge idi. Devlet başkanı, bu belgeye göre, o zamana kadar kendisine ait bazı yetkilerden kendi isteği ile vazgeçiyor, bu yetkileri kanunlara bırakıyordu. Bu durumda, devletin yönetimi ile ilgili bütün hak ve yetkiler yine kendisinde kalıyordu. Yalnız Başbakanları değil, bakanlan da kendisi tayin ediyor ve istediği zaman onlan görevlerinden derhal uzaklaştırabiliyordu. Değişik yönetim alanlanında kurulan bütün resmî kurullar da, tamamıyle, danışma kurullan idi, hiçbir icra yetkileri yoktu. İşte, yönetim mekanizması böyle bir yapıda idi. Hükümetin başı olduğu halde, Sadrazamın nazırlar (Bakanlar) üzerinde hiçbir yetkisi yoktu. Sadece Nezâretler (Bakanlıklar)’arasında bir koordinatörlük görevi yapıyor, nazırlar da herhangi bir konuda karar almak yetkisine sahip bulunmuyor, padişaha sadece teklifte bulunabiliyor ve padişah uygun gördüğü takdirde de teklifler karar haline gelebiliyordu. Her konuda son sözü daima padişahın söylediği bu mekanizma, mutlak şekilde merkeziyetçi bir yönetimdi. Böyle bir duruma rağmen, II. Mahmud devrinde başlanılıp Abdülmecid devrinde daha geniş şekilde uygulanan çağdaşlaşma hareketi, Abdülaziz döneminde de sürdürüldü. Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirmeleri olan ve Sadrazamlıkla Hariciye Nezareti’ni zaman zaman birbirlerine devrederek uzun süre yürüten Ali ve Fuad paşaların dikkatli ve basiretli tutumları ile, yine belli bir plana veya programa bağlı olmaksızın, batılı örnekteki kurum ve kuruluşların oluşturulmasına devam edildi.


İdarî alanda, şimdi de yürürlükte olan ve Fransa’dan alınmış bulunan sistem uygulanarak, vilayetler merkez olmak üzere, ilçe (kaza), bucak (nahiye) ve köylerden oluşan yönetim üniteleri oluşturuldu. Adalet alanında, ferdlerin haklarını batılı örnekteki kanunlara göre koruyan Nizamiye Mahkemeleri isimli yeni mahkemeler kuruldu (1868). Dinî konulardaki davalara ise, eskisi gibi, Şer’iyye Mahkemeleri yani kadılar bakmakta idi. Hukuk alanında atılan yeni bir adım da, o zamana kadar yalnız şeriat esaslarına dayanan medenî hukukun günün şartlarına göre yeniden düzenlenmesidir. Bu düzenleme görevi Ahmed Cevdet Paşa’ya verildi. O da, hazırladığı Mecelle (1868-1876, 16 cilt) isimli ve İslâm hukukunun günün şartları ile uzlaştırılması şeklindeki bir sentezin ürünü olan büyük eserini hazırlayarak (bir heyetin yardımı ile) bu görevi yerine getirmiş oldu. Mecelle, İsviçre medenî kanunu örnek alınarak hazırlanan bugünkü medenî kanun yayınlarına kadar (1926) yürürlükte kalmıştır. Abdülaziz’in zamanı, eğitim alanında da, gerek eskiden açılmış batılı tarzdaki okulların geliştirilmesi ve gerekse aynı tarzda yeni okullar açılması bakımından oldukça aktiftir. 1863’de, İstanbul’da Robert Kolej adı ile İngilizce öğretim yapan ilk yabancı okul açıldığı gibi, 1868’de de bir devlet okulu olarak öğretimini Fransızca yapan Mekteb-i Sultanî (Galatasaray lisesi) açıldı. 1863’de, halka açık dersler yapan, batılı örnekteki ilk üniversite (Dâ-rü’l-fünûn) öğretime başladı. Bu üniversiteye öğrenci yetiştirmek üzere, rüşdiye mezunlarını kabul eden ve bir orta öğretim okulu olan idâdî’ler kuruldu. Bunlardan başka, devlete memur yetiştirmek için Mahreç-i Aklâm (1862), Fransızca öğreten Lisan Mektebi (1864), sivil hekimler yetiştirmek için Mekteb-i Tıbbıyye-i Mülkiyye (1866), Eczacılık Mektebi (1867), Mekteb-i Sanayi (Sanat Okulu, 1868), ilk özel lise olarak Dârü’ş-şefaka (1873) ve ilk sivil mühendis mektebi (1875) de bu devirde açılan okullardır.


Tanzimat Öncesindeki Ekonomik ve Sosyolojik Sıkıntılar


İmparatorluğun ekonomik ve malî durumunda süregelen bozukluklar ve bunların doğurduğu sıkıntılar Abdülaziz devrinde de devam etti. Devlet adamları arasında malî ve ekonomik işlerden anlayanlar yoktu. Malî teşkilâtın bozukluğu ve yetersizliği, vergilerin ve vergi toplama usullerinin isabetsizliği, iç borçlanmaların yanında, Abdülmecid devrinde yapılmış beş dış borçlanmaya karşılık Abdülaziz zamanında bu borçlanmaların iki katına çıkarılmış olması bu sıkıntıların başlıca sebepleri idi. Üstelik, alınan borçlar ülkenin ekonomik ve dolayısıyla devletin malî gücünü arttıracak yatırımlara harcanacağı yerde, daha önce alınmış borçların faizlerinin ödenmesine harcanıyordu. Ayrıca, israflar da almış yürümüştü. Devlet başkanları, sanki ülkenin bu ekonomik durumundan, ancak borçla ayakta durabildiğinden habersizmişler gibi, yeni yeni ve muhteşem saraylar yaptırmakta devam ediyorlardı. Devlet başkanları, artık, dedelerinin ve babalarının asırlardan beri oturageldikleri Topkapı sarayını beğenmiyorlar, daha büyük, daha ferah ve batılı mimari tarzında saraylar istiyorlardı. Bu anlamsız gösteriş hevesine kapılarak Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı (1842-1853) ile Göksu Kasrı’nı (1856) yaptırdığı yetmiyormuş gibi, Abdülaziz de Çırağan Sarayı (1863-1866) ile Beylerbeyi Sarayı’nı (1864) yaptırdı. Bu çılgınca israfların dışında, başta devlet adamlarının yolsuzlukları olmak üzere, rüşvet ve vurgunculuk da almış yürümüştü. Halk ve köylü yoksul, memurlar perişandı. Memur maaşları, para yerine, devlet tahvilleri ile -o da kısmen- ödenir oldu. Devlet, vergisini kendisi toplamak zahmetine girmiyor ve vergileri -eski usulde- “mültezim” denilen bir çeşit vergi müteahhitlerine toplatıyor; onlar da, kazançlarını arttırmak için, bu vergileri fazlasıyla ve zorla, eziyetle köylüden topluyor, ödeyemeyenlerin çiftini çubuğunu elinden alıyordu. Vergi adaleti diye bir şey yoktu. İstanbul halkı vergi vermez, askere alınmazdı. İşte bu akla, mantığa sığmaz düzen içinde, ender bazı ekonomik ve malî tedbirlerin alındığı da oldu. Bunlardan bazılan: Abdülmecid devrinde ilk defa piyasaya karşılıksız olarak yalnız devlet garantisi ile çıkanlan kâğıt paraların ortadan kaldınlması (1862), Divân-ı Muhâsebât’ın (Sayıştay, 1862) kurulması ve ilk defa olarak İstanbul’dan emlâk vergisi alınmasıdır (1861). Altın ve gümüş paraya alışmış olan halkın kâğıt paraya güveni olmadığı gibi, el yazısı ile yapılmış olan bu paraların kolaylıkla taklitleri de yapılınca halkın güvensizliği büsbütün artmıştı. 1856 tarihli Islâhat Fermanı’nda devletin her yıl bütçesini yapıp halka yayınlayacağı taahhüd edildiği halde, devlet bu sözünde bir türlü duramadı. Ülkenin ekonomisi, yabancılarla Müslüman olmayan azınlıkların elinde olmakta devam ediyordu. Ülkede ekonomik potansiyeli büyük olan ziraat, madencilik ve ormancılık gibi sektörler, bilgisizlik yüzünden, bir türlü, verimli duruma getirile-miyordu. Zaten çok çelimsiz olan yerli sanayi de, Avrupa devletleri ile ardı ardına yapılan ticaret andlaşmalan ile bir açık pazar haline getirilen ülkede, ucuz ve kaliteli batılı sanayi mallarının gördüğü büyük rağbet karşısında, çökmeye devam etti. Borçlanmaların bir başka kötü yanı daha vardı. Devletin borç yükü arttıkça borçların bir kısmı için ülkenin gelir kaynakları birer birer karşılık gösterilip ipotek edildikçe, devlet gelir kaynakları da hızla azalmaya başlıyor, böylece malî gücü daha da azalıyor, malî gücü azaldıkça da yeniden borçlanmak zorunda kalıyordu. Bu, korkunç bir fâsid daire idi. Bu fâsid daire, nihayet, II. Abdülhamid’in zamanında, alacaklarını alamayan yabancı devletlerin, ülkenin başlıca gelir kaynaklarına bizzat el koyarak borçlarını ilk elden kendilerinin almasını sağlayan Dü-yûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin (Genel Borçlar İdaresi, 1881), yani ülkede bir tür yabancı Maliye Bakanlığı’nın kurulmasına kadar vardı.


Abdülaziz devrinde de, alınan borçların israf ve yolsuzluklardan artan kısımları devletin değişik alanlardaki ihtiyaçlarına harcandı. Bu alanların başında, yine ordu ve donanma gelmekteydi. Bu dönemde ordu Batı’nın en yeni silahları ile donatılmış ve yine Avrupa’ya ısmarlanan savaş gemileri ile de deniz kuvvetleri iyice güçlendirilmişti. Fakat, bir ordunun sadece donatımı ile iş bitmiyordu. Bu donatımı kullanacak olanların da eğitilmesi gerekirdi. Bu husus II. Mahmud devrinden beri bir türlü sağlanamadığı için, onun zamanındaki yetişmiş er ve subay açığı hâlâ devam etmekteydi. Sırf bu yüzden II. Mahmud’un ordusu Ruslara yenilmiş, Abdülmecid Kırım Savaşı’nı tek başına göze alamayıp müttefik aramış ve Abdülaziz’den kalan ordu da yine Ruslara yenilmişti (1878). Devlet, asker toplamada da sıkıntı çekiyordu. Çünkü İstanbul’daki Türk halkından asker alınmadığı gibi, Müslüman olmayan teb’adan ve Araplardan da alınmamakta idi. Gelenek böyle idi. Böylece, savaşların her türlü yükü Anadolu ve Rumeli’ndeki Türklerin üzerinde idi. Asırlarca süren bu gelenek, Türk nüfusu iyice eritmişti.


II. Mahmud devrinde başlamış olan posta teşkilâtı, Abdülaziz zamanında posta pulunun da kullanılmasına başlanması (1862) ile, yeniden düzenlendi. 1863 de merkezi Londra’da bulunan bir bankanın İstanbul şubesi olarak ve İngiliz-Fransız ortaklığı ile, ilk banka olan Osmanlı Bankası (Bank-ı Osmânî-i Şâhâne) açıldı. Aynı yıl, tarım konusunda İstanbul’da ilk milletlerarası bir sergi de açıldı. Fakat, batılılaşmada en dikkate değer olay, ilk defa olarak, bir Osmanlı padişahının yabancı ülkelere resmî ziyarette bulunmasıdır. 1867 yılı yazında Paris’te açılan büyük sergiyi ziyarete Avrupa’nın başlıca devlet başkanları arasında Abdülaziz de davet edilmiş ve padişah Fransa İmparatoru III. Napolyon’un misafiri olarak Paris’e gitmiştir. Bu ziyaret sırasında İngiltere Kraliçesi Viktorya’nın da davetini kabul ederek Londra’ya geçmiş ve dönüşünde de karayolu üzerinde bulunan başka Avrupa ülkelerini de görmüştür. Uzun süreden beri örnek alınmasına çalışılan Avrupa ülkelerini ziyaretin, çağdaşlaşmanın lüzum ve değeri bakımından padişah üzerinde fazla bir tesir yapmadığı, dönüşünden sonra bu konudaki çalışmaların geliştirilmesine veya hızlandırılmasına tanık olunamamasından anlaşılmaktadır. Hatta aynı yıl, Fransa’nın başı çekmesi ile, batılı devletler çağdaşlaşmanın çok ağır gittiğini ileriye sürerek, devlete bu konuda bir program sunmuşlardı. Bu programın iki somut sonucu, yabancılara Türkiye’de emlak edinme hakkının tanınması ve Osmanlı Tabiiyeti hakkında çıkarılan kanunlardır. Bunlardan birincisine muhalefet şiddetle karşı çıktı.


Abdülaziz’in on beş yıllık döneminde, hiçbir yabancı ülke ile savaş yapılmadı. Devlet, sadece, iç isyanlarla uğraştı. Bir savaş çıkmaması bakımından, Abdülaziz şanslı sayılır. Çünkü, savaş çıkmış olsaydı, modern silahlarla donattığı için övündüğü ordusunun, bu silahları gereği gibi kullanmasını bilmemesi yani eğitimsizliği yüzünden yenildiğini görecekti. Bunu, yerine geçen yeğeni II. Abdül-hamid gördü.


1869’da Fuad Paşa’nın ve 1871’de de Âli Paşa’nın ölümlerinden sonra Abdülaziz, keyfî hareketlerine sık sık engel olan bu İkiliden kurtulduğu için siyasî zekâ ve tecrübeleri batılı devletlerce de kabul edilmiş olan bu değerli devlet adamlarının yerine, devleti dilediği gibi yönetmesine engel olmayacak yaradılışla birini aradı ve bu kişiyi Mahmud Nedim Paşa’nın şahsında buldu. Mahmud Nedim Paşa, zeki olmaktan çok kurnaz, şahsî çıkarına düşkün, siyasî basiret ve dirayetten mahrum bir kişiliğe sahipti. XVIII. asrın başlarından beri Osmanlı Devle-li’ni yıkmak için çalışıp Balkanlar’daki Slavları da sürekli olarak onun aleyhine kışkırtan ve her fırsatta ya saldırıp savaşa zorlamakla veya milletlerarası diplomalik entrikalarla onu yıpratıp parçalamaya uğraşan Rusya’nın dostluğunu Fransa ve Ingiltere’nin dostluğuna tercih etti. İstanbul’daki Rus elçisini el üstünde tutuyor, onun siyasî tavsiyelerini dinliyor ve yavaş yavaş Türkiye’yi Rusya’nın kucağına alıyordu. Rusya’nın saldırılarından yılan padişah da bu politikadan memnundu. Padişahın densizliği ile israfları Sadrazamın bu akılsız politikası ve yolsuzlukları ile birleşince, diğer devlet adamlarında ve muhalefetteki aydın nesil arasında olduğu kadar, halk arasında da büyük hoşnutsuzluk yarattı. Tepkiler başladı. Bunun üzerine padişah sadrazamı değiştirdi ise de, huzursuzluğun baş faktörü kendisi olduğu için, tepkiler devam etti. Nihayet, devlet adamları ordu ile anlaşıp Şeyhülislâmdan da padişahın “şuurunu kaybettiği ve tahttan indirilmesi gerektiği” şeklindeki fetvayı da alınca, Abdülaziz tahttan indirildi ve yerine öteki yeğeni Mehmed Murad (V. Murad) getirildi (30 Mayıs 1876).


Abdülaziz devrinin çok mühim bir özelliği olarak, tamamıyle batılı ve o zamana kadar Türkiye’de bilinmeyen yepyeni bir kuvvet ülkenin hizmetine girdi ve büyük bir hızla gelişti: Özel basın. Agâh Efendi’nin 1860’da çıkardığı ilk özel Türk gazetesi olan Tercemân-ı Ahvâl’i, 1862’de Şinasi’nin çıkarmaya başladığı ve Namık Kemal’in devam ettirdiği Tasvîr-i Efkâr, 1866’da başyazarlığını Ali Suavi’nin yaptığı Muhbir, 1872’de Kemal’in başyazarlığını yaptığı İbret, 1873’de I buzziya Tevfık’in çıkardığı Hadîka, 1875’de başyazarlığını Kemal Paşa-zâde Said’in yaptığı Vakit, 1876’da başyazarlığını Şemsettin Sami’nin yaptığı Sabah takip ederler. Batı medeniyeti hayranlığına kapılmış genç ve aydın bir neslin çıkardığı bu gazeteler, tam bir idealist psikolojisi ile hükümetin karşısına dikilirler ve onun çağdaşlaşma yolundaki ağır adımlarım şiddetle tenkid ederek “temponun hızlandırılmasını ve bu konuda siyasî plândaki çalışmalara öncelik verilmesini, meşrutiyet yönetiminin getirilmesini, bir Millet Meclisi’nin açılmasını, hükümet icraatının keyfîlikten kurtarılarak bu meclisin kontrolü altına alınmasını ve ülke üzerindeki siyasî baskının kaldırılmasını” isterler. Böylece, teşkilâtlı olmamakla beraber, ülkede siyasî bir muhalefet hızla kurulmuş ve bir kamuoyu oluşturulmasına başlanmıştır. Siyasî bir de gizli cemiyet (Yeni OsmanlIlar) de kurdukları için yurtdışına kaçmak zorunda kalan bu aydın nesil, çalışmalarını Avrupa’da da devam ettirerek, Ali Suavi Londra’da Muhbiri (1867), Namık Kemal ile Ziya Paşa da Hürriyet’i (1868) çıkarmışlar ve yurda döndükten sonra da, Meşrutiyet yönetimini kurduruncaya kadar, mücadelelerini sürdürmüşlerdir (1876). Dolayısıyle basın da, bir ülkenin yaşayışındaki büyük katkısını göstermiş oluyordu. Basının bu tutumuna karşı hükümet, baskı yapma yoluna giderek, matbaalarla gazeteleri sıkı kontrol altına aldı.


Tanzimât devrinde Türk basınının hizmeti, siyasî ve sosyal alanlardaki çağdaşlaşmaya yaptığı katkılarla bitmez. Bu genel çağdaşlaşma hareketinin dışında kalamayacak olan Türk edebiyatının doğulu yapıdan sıyrılarak batılı bir yapıya sahip olmasına da büyük yardımları dokunur. Bu değişmedeki ilk örnekler de, o zamanlar milletlerarası kültür ve diplomasi alanlarında hakim dil olan Fransızca’dan gelir.


Tanzimât devrinde Batı edebiyatı demek, Fransız edebiyatı demektir. Bütün türlerde ilk tanınan ve örnek alınan yazar ve şairler bu edebiyatın temsilcileridir. Gerek Fransız edebiyatını tanıtan yazılar, gerek yapılan tercümeler ve gerekse onu örnek alarak yapılan bütün denemeler bu devrin gazete ve dergilerinde yer almıştır. Bu bakımdan, çağdaş bir Türk edebiyatının kurulup geliştirilmesindeki büyük hizmetinin yanında, bu devrin basını, Türk edebiyatı tarihinin bu devrine ait araştırmalar için de büyük değer taşımaktadır.


Tanzimât devrinde büyük çoğunluğunu edebiyatçıların oluşturduğu aydın nesiller, Osmanlı Devleti’ nin devamını ve dolayısıyla onu kurmuş olan Osmano-ğulları hanedanının bu devletin başında kalmasını isterler. Çağdaş bir siyasî rejim olarak sadece meşrutiyeti düşünmelerinin sebebi de budur. İçlerinde yalnız Sağır Ahmed Beyzade Mehmed ile Hüseyin Vasfı Paşa gibi bazıları cumhuriyet rejimini ileriye sürerler.


Abdülaziz devrindeki siyasî ve edebî çalışmalara, zaman zaman, fikir akımları da karışır. Bunlardan biri olan Osmanlıcılık, “din ve mezheb farkı gözetmeksizin, imparatorlukta yaşayan bütün halkların tek bir milletten oluştuğu” görüşüne dayanır. “Teb’a” olmakla “millet” olmanın ayrı şeyler sayılması gerektiğini dikkate almayan bu görüşün temel kaynağı, aydınların da, devlet adamlarının da “imparatorluğu bölünmez bir bütün olarak sürdürmek, onu parçalanmaktan kurtarmak” isteğidir. İmparatorluğun, ancak bütün teb’a arasında manevî bir birlik kurmakla ayakta tutulabileceğine inanılıyordu. Tanzimat devrinde hiç kimsenin karşı çıkmadığı bu görüş, devletin iç politikasındaki hakim görüş olarak, Balkan Savaşı sonuna kadar (1913) sürmüştür. Ancak, Osmanlı Türkleri de Müslüman oldukları, padişahları XVI. asrın başlarından beri aynı zamanda dünyadaki bütün Müslümanların da başı (Halife) bulundukları ve kuruluşundan beri devletin esası hep dine (şeriata) dayanageldiği için, değişik dinlerden kurulu bir Osmanlı Milleti düşüncesini yadırgayanlar vardı. Müslüman halkın kimlik belgelerindeki “Milleti” hanesinin karşısına -milliyeti ne olursa olsun- hep “İslâm” yazılan bir ülkede, milliyet kavramı henüz bilinmeyen bir şeydi. Rusya, Avusturya, Fransa ve İngiltere’nin gayretleri ile ve imparatorluğu parçalamak amacı ile, Fransız İhtilâli’nin yaydığı milliyet duygusu, Hıristiyan teb’a arasında daha XIX. asrın başlarında uyandırıldığı halde, Müslü-manlar böyle duygulardan habersizdiler. Yabancı devletlerin tahrikleri ile Hıristiyan teb’a her fırsatta imparatorluktan kopmaya başladığı gibi, haklı olarak, bir kısım aydınlarla Müslüman halkın hemen tamamı, Osmanlıcılık politikasını sadece “Osmanlı Hanedanı’nın eskisi gibi devamı” şeklinde anlamakta idi. Bu durumda, Hıristiyan teb’ayı dışarıda bırakan ve halifenin etrafında toplanan bir İslâm Milleti, “yalnız Müslüman teb’adan ve dünyadaki bütün Müslümanlardan oluşan bir birlik” meydana getirilmesi görüşü de kolaylıkla ileriye sürüldü. Osmanlıcılık görüşünü bir yana atarak bir Müslümanlar Birliği kurma fikri, 1880’den sonra II. Abdülhamid tarafından da devletin resmî politikası olarak kabul edilecek ve Müslüman ülkeleri birer birer dolaşarak Müslüman milletleri benliklerini kavramaya ve birlikte hareket etmeye çağıran Efganlı Şeyh Cemaleddin, aynı maksadla İstanbul’a da geldiği zaman, II. Abdülhamid’in sıcak kabulü ile karşılaşacaktır. Ancak, bu politika gerçekleşemediği için, Osmanlıcılık fikrini ortadan kaldıramamıştır.


Tanzimât devrinin bu iki görüşü yanında, ancak I. Dünya Savaşı yıllarında Türkçülük adı ile kök salabilecek ve 1923’de millî bir devletin kurulmasına katkısı bulunacak olan milliyetçi görüşün tohumları da atılmıştır. “Türk tarihinin Osmanlı Devleti’nden çok önce başladığı, Türklerin sadece OsmanlIlardan ve Türkçe’nin de sadece Osmanlıca’dan ibaret olmadığı, dünyada dağınık bir şekilde yaşamış ve yaşayan ve tarih boyunca birçok değişik bölgelerde ayrı ayrı devletler kurmuş olan bütün Türklerin tek bir millet oldukları” (Süleyman Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ali Suavi, Ahmed Midhat) görüşü ilk defa Tanzimât devrinde ortaya atılmış, Türk tarihi ve dili hakkındaki İlmî çalışmalar da bu devirde başlamıştır. Fakat Türk kamuoyunca yeni olan ve II. Abdülhamid’in İslamcılık politikası ile de bağdaşmayan yani din temeline değil, millet temeline oturtulan bu görüş devlet yönetimine ulaşamamış, Tanzimat devrinde sadece kültürel plânda kalan bu konudaki çalışmalar, ancak II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra teşkilâtlanmaya, kamuoyuna malolmaya ve devletin politikasına yön göstermeye başlayabilmiştir.


1860’dan birkaç yıl önceki kasidelerinde ve bu tarihten sonra da gazetesinde Şinasi’nin getirmeye çalıştığı akılcı ve gerçekçi görüş, genç edebî nesil üzerinde hemen hemen hiçbir iz bırakmadan, yerini romantizme terketti. Fakat, 1880’den sonra, Türk edebiyatında romantizm en parlak dönemini yaşarken, yavaş yavaş pozitivist, realist ve materyalist fikirler de belirmeye başladı. Bu fikirlerin en tanınmış temsilcisi, Beşir Fuad’tır. Ancak, genç yaşta ölmesi, romantizmin ve dinî baskının devamı karşısında büyük tepki görmesi üzerine, görüşlerini yayma ve benimsetme imkânını bulamadı. Buna rağmen, 1880’den sonra Türk romanında yavaş yavaş yeşermeye başlayan realist eğilim üzerinde tesirli olduğu söylenebilir. Bütün bu fikir hareketleri, tabii, güçleri ölçüsünde bu devirdeki çağdaşlaşma çabalarına da tesir ederler. Zaten, bu ideolojilerden hiçbirinin çağdaşlaşmaya kesin ve toptan bir muhalefeti yoktur. Aralarındaki fark, çağdaşlaşmanın getiriliş şekli ve ölçüsü bakımındandır.


Devrin genç edebî nesli, çağdaşlaşma çalışmalarını başlıca şu konular üzerinde topladılar: Siyaset, Sosyal hayat, edebiyat, eğitim. Konulardaki bu yaygınlık, onların çağdaşlaşmayı bir bütün olarak görmelerindendir. Çabalarını daha çok bu konularda yoğunlaştırmakla beraber, gerektiğinde, başka konulara da (maliye, ekonomi, yolsuzluklar, israflar, rüşvet, memurların durumu…) girmekten geri kalmadılar.


Siyaset alanındaki çalışmalarına ilk olarak özel basını kurmakla başlayan bu aydınların siyasî konularda neler istedikleri daha önce açıklanmıştı. Bu istekler, devletçe Gülhâne Hattı ile halka vaad edilen, fakat tam olarak uygulanmayan insan hak ve hürriyetlerinden başlayıp parlamenter rejimin bir an evvel kurulmasına kadar uzanıyordu. Hükümetin basın için aldığı sert tedbirler üzerine siyasî hedeflerine yalnız bu yoldan ulaşamayacaklarını anlayınca, teşkilâtlanma yoluna giderek, Yeni Osmanlılar Cemiyeti adında gizli bir siyasî cemiyet de kurdular. Bu cemiyetin faal üyeleri: Namık Kemal, Ebuzziya Tevfık, Menâpirzade Nuri, Sağır Ahmed Bey-zade Mehmed, Subhi Paşa-zade Ayetullah, Kaya-zade Reşad, Hüseyin Vasfı Paşa. Ziya Paşa, Ali Suavi ve Agâh Efendi onlara Avrupa’daki çalışmalarında katıldılar.


Tanzimât devrinde edebî çağdaşlaşmanın öncüsü olduğu kadar basın yolu ile yapılan demokratik mücadelenin de öncüsü olan Şinasi, çok ihtiyatlı ve çekingen olması yüzünden, ülkede görmek istediği çağdaş siyasî rejimin adını açıkça söylemeyerek, “devletin halkın vekili olduğundan, halkın bu sebeple devletin kendi adına vekil olarak yaptığı bütün işler hakkında kendi görüşünü de söylemek hakkına sahip bulunduğundan yani yönetime katılma yetkisini taşıdığından” söz eder. Bu sözlerin anlatmak istedikleri yönetim şeklinin resmî adını “meşrutiyet” olarak açıkça koyanlar Yeni Osmanlılar’dır. Onlara göre bu rejim, insanların medenî ve siyasî hak ve yetkilerini sağlayabilecek tek yoldu. Tanzimat edebiyatında en çok işlenen temalardan biri olan “hürriyet” kavramının altında da bu rejim vardır.


V. Murad’ın çok kısa süren (30 Mayıs-31 Ağustos 1876) padişahlığından sonra tahta geçen II. Abdülhamid, daha padişah olmadan önce, bir Anayasa (Ka-nun-ı Esasî) hazırlanmasını, Millet Meclisi (Meclis-i Meb’ûsân) ile Senatonun (Meclis-i A’yân) açılmasını yani meşrutiyet rejiminin getirilmesini kabul etmişti. Bunun üzerine, Anayasa’yı hazırlamak için, Midhat Paşa ile Namık Kemal ve Ziya beylerin de bulundukları bir komisyon kuruldu. Nihayet, yasa hazırlandı. Fakat padişah, olağanüstü durumlarda kendisine meclisleri dağıtma yetkisinin tanınması hususunda ısrar ederek, yasaya bu yetkiyi kendisine veren bir madde ekletti. Anayasa’ya göre, Millet Meclisi’nin üyeleri halkça, Senato’nun üyeleri ise padişah tarafından seçileceklerdi. Her iki meclis ortak toplantı yaptıkları zaman, bu meclisin adı Meclis-i Umumî (Genel Meclis) oluyordu. Nihayet, meclisler de seçildiler ve ilk ortak toplantıyı yaparak, padişahın bir nutku ile çalışmaya başladılar (20 Mart 1877). Senato sakindi. Fakat halk tarafından seçilen ve üyelerinin çoğu vilâyet encümenlerinde üyelik yapmış yani mevzuattan haberi olan Millet Meclisi, memleketin hemen hemen bütün meseleleri üzerinde titizlikle duruyor, hükümetten hesap soruyordu. Bu, Türkiye için, hiç alışılmamış, heyecan verici bir tutumdu.


Asırlarca süren mutlakıyetçi bir yönetimden sonra Türkiye’de meşrutiyet yönetiminin kurulması, çağdaşlaşma yolunda, çok büyük bir olaydı. Çünkü, çağdaşlaşmanın hızını kesen birçok engeller, ferdlerin hürriyetlerindeki kısıtlamalardan doğuyordu. Tanzimât Fermanı’nın vaad ettiği ferd hak ve hürriyetleri tam olarak gerçekleşmekten henüz uzaktı. Suçu mahkemece sabit görülmeden hiç kimsenin cezalandırılmayacağı vaad edilmişken, mahkemeye sevk edilmeden ve suçları sabit olmadan, doğrudan doğruya hükümetçe cezalandırılanlar çoktu. Mesela, 1873 yılında, bir piyesinin (Vatan yahut Silistre) “halkı devlete karşı kışkırtıcı” olduğu suçlaması ile, Namık Kemal ve bazı arkadaşları, muhakeme edilmeden, doğrudan doğruya hükümet kararı ile değişik yerlerde sürgün cezasına çarptırılmışlardı. Büyük devletlerin çağdaşlaşmanın hızlandırılması yolunda 1867 yılında yaptıkları uyarılar da bir sonuç vermeyince, bu sefer, bu devletler çağdaşlaşmayı kendi kontrolleri altında yaptırmak için teşebbüse geçtiler. Bu maksatla, Aralık 1877’de, İstanbul’da bir toplantı yapılmasına karar verdiler. Fakat toplantının açılması Türkiye’de ilk Anayasa’mn ilân edildiği güne (23 Aralık 1877) rastladığı için, Türk delegeleri, “çağdaşlaşmanın devam ettiği bu ilânla da anlaşıldığı Cihetle”, bu konuda başkalarının müdahalelerine lüzum bulunmadığını söyleyerek toplantıyı terk ettiler. Fakat, Rusya’nın diretmesi üzerine, toplantı kendi aralarında devam etti ve Türkiye’deki çağdaşlaşma hareketinin kendilerince kontrolü hakkında bazı kararlar aldılar. Türk hükümeti, böyle bir kontrol mekanizmasının kendi hükümranlık hakları ile bağdaşmayacağını ileriye sürerek kararları red etti. Bunun üzerine Rusya, batılı devletlerin bu ortak kararını kabul etmeyen Türkiye’ye karşı zor kullanmanın artık şart olduğunu söyleyerek, bu yola gideceğini batılı devletlere resmen bildirdikten sonra, Türkiye’ye savaş ilân etti (23 Nisan 1877). Rusya’nın bu ısrarlı ve inatçı tutumu, onun, Türkiye’ye saldırmak için kararlı olduğunun ve bir bahane aradığının açık delili idi. Rusya’nın Türkiye’deki çağdaşlaşmadan beklediği, 1856 tarihli Islâhat Fermanı ile Türk hükümetinin Hıristiyan teb’aya vaad ettiği eşitlik haklarının sağlanması idi. Çünkü Fransa imparatorluktaki katoliklerin, İngiltere Protestanların ve Rusya da Ortodoksların haklarının savunuculuğunu üstlenmişlerdi. Rusya’nın asıl maksadı, Ortodoksların savunucusu görünerek, Balkanlar’da çokluk olan ortodoks Slavları kendisine bağlamak, onları kışkırtıp Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparmak ve böylece imparatorluğu yavaş yavaş çökertmek idi. Yoksa, Türkiye’nin İlmî, medenî ve teknik alanlarda çağdaşlaşmasını kesinlikle istemiyordu. Bunun içindir ki Rusya, OsmanlI Devleti ne zaman bir iç karışıklıkla sarsılmışsa veya ordusunu güçlendirmek için ciddi girişimlerde bulunmuşsa, sudan birer bahane ile üzerine saldırarak, toparlanıp güçlenmesini derhal önlemeye çalışmıştır.


Rusya, hicrî 1293 yılına rastladığı için Türk tarihinde kısaca 93 Harbi diye de anılan bu savaşta, iki cepheden birden saldırdı. Asıl mühim cephe, Balkanlar’da idi. Tuna’yı geçen Rus kuvvetleri Pilevne’de takıldılar. Fakat Gazi Osmata Paşa’nın muhteşem müdafaasını aştıktan sonra, önlerinde hiçbir engel kalmadı ve Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar geldiler. İkinci cephe olan Kafkasya’da daha kolaylıkla ilerlediler ve sırası ile Batum’u, Ardahan’ı, Doğu Beyazıd’ı ve Kars’ı aldılar. Türk komuta heyetinin taktik hataları yaptığı bu savaşa bütün devletler seyirci kaldılar. Netice, Türkiye’nin yenilgisi ve büyük kayıpları ile noktalandı. Savaş sonunda yapılan Ayastefanos Andlaşması (3 Mart 1878) ile Romanya, Sırbistan ve Karadağ istiklâllerini kazandıkları gibi, şimdiki Bulgaristan’ın kuzey bölgesi özerk bir Bulgaristan Prensliği haline getirildi. Onun güney bölgesi de Doğu Rumeli (Rumeli-i Şarkî) adı ile yeni bir eyâlet oldu. Savaş tazminatı ise astronomikti. Rusya’nın tek başına yaptığı bu büyük vurgun karşısında nihayet uyanabi-len batılı devletler, duruma müdahale ederek, barış şartlarını Berlin’de yaptıkları bir konferansla (13 Temmuz 1878) yeniden ele alıp Osmanlı Devleti’nin gerek toprak kayıplarını ve gerekse savaş tazminatını azalttılar.


Rusya’nın Türkiye’nin başına açtığı dertler, bununla da bitmedi. Millet Meclisi’nde savaşla ve yenilginin sorumluları ile ilgili olarak yapılan suçlamalar padişaha kadar uzanınca, kendisi için yakışıksız bulduğu bu durumu fırsat bilerek ve savaş dolayısıyla ülkede olağanüstü hal bulunduğunu bahane ederek, II. Abdülhamid Millet Meclisi’ni kapattı (13 Şubat 1878). Fakat, kendisi tarafından seçilip sesini çıkarmayan Senato’yu kapatmadığı gibi, savaş sona erdiği halde, Millet Meclisi’ni de bir daha açmadı. Böylece ülke, tam otuz yıl, Millet Meclisi olmayıp yalnız Senato’su bulunan ve devlet başkanının mutlak ve keyfî tutumuna dayanan garip bir yönetim tarzı ile yönetildi.


Bu durum, padişahın da bizzat belirttiği gibi, dedesi II. Mahmud’un tutumuna yani Tanzimât’ın ilânından önceki mutlakıyetçi yönetimine kesin bir dönüştü. Böylelikle, ülkede, değil meşrutiyet idaresi, Gülhâne Hattı’nın ferdlere sağladığı temel insan hakları da ortadan kaldırılarak, eskisi gibi, yalnız padişahın emri ile, insanlar sorgusuz sualsiz, muhakemesiz cezalandırılmaya, sürgüne, hapse gönderilmeye hatta öldürülmeye başlandı. Ülkeyi elli yıl öncesine götüren bu tutuma padişahın kuruntucu, güvensiz ve ürkek yaradılışı da eklenince, hafiyelik ve muhbirlik faaliyetleri de hızla gelişerek, halk ve hele aydınlar nefes alamaz hale geldi ve otuz yıl böyle geçti.


Bu şartlar altında, ülkenin geçmişten devralınan bozukluklarının düzelmesi de artık mümkün değildi. Nitekim, II. Abdülhamid devrinde, imparatorluğun durumu her bakımdan daha da kötüleşti. Devlet, dünyadaki siyasî ve malî itibarını kaybetmekte devam etmiştir. Bu devirde, büyük devletlerin imparatorluğun zengin topraklarındaki ihtirasları büsbütün artmış, türlü vesileler ve aldatmalarla, bu toprakların bir kısmına yerleştikleri gibi, âni saldırılarla da aynı sonuca ulaşmışlardır. Mesela, İngiltere, Mısır’a bu dönemde yerleştiği gibi, Kıbrıs’ı da kiralamış (?); Fransa da Tunus’u işgal etmiştir. İmparatorluk, her gün büyük bir parçası ko-pa kopa, hızla çöküntüye doğru gitmekte idi. Bu dönemde devletin sadece Yunanistan’a gücü yetebilmiş, Tesalya’daki Yunan ordusu -büyük devletler müdahale etmedikleri için- Türk ordusunca perişan edilmiştir (1897).Devletin malî durumu ise, son derecede kötüdür. Kırım Harbi’nin masraflarını karşılamak için Abdülmecid devrinde başlayan (1854) dış borçlar, büyük bir hızla artarak, ülkenin altından kalkamayacağı bir hal almıştır. Alacaklarının tehlikeye girdiğini gören yabancı devletler, hep birlikte harekete geçtiler. İstanbul’da kendi temsilcilerinden oluşan bir malî heyet kurarak, devletin başlıca gelir kaynaklarına el koydular ve bu gelirleri kendileri toplamak hakkını elde ettiler. Böylece, bir “devlet içinde devlet” idaresi ortaya çıkmış oldu (Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi, 1881). Fakat dış borçlar, bir devletin içine düşebileceği bu en kötü malî duruma rağmen, kurtuluş yolu bulabilecek yöneticilerin yokluğu karşısında, eskisine göre daha büyük bir hızla devam etti. 1854’den 1876’ya kadar Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde yapılan toplam on beş dış borca karşılık, II. Abdülhamid devrinde 1886’dan 1905’e kadar on sekiz dış borçlanma yapıldı. Devlet, artık, tam bir malî iflas içindedir. Şüphesiz, bu iflasın bütün sebeblerini II. Abdül-hamid devrinde aramak ve bütün sorunu bu devre yüklemek mümkün değildir. Malî iflasın başlangıcı ve onun sebepleri çok gerilerdedir. Daha XVII. asırda başlayan timar ve zeamet sisteminin soysuzlaşması, sürekli savaşların giderleri, vergi toplama sisteminin devletin aleyhine işleyen şekli, yolsuzluklar ve bir türlü önlenemeyen israflar gibi sebepler bu iflasın zeminin hazırladığı ve hep sürüp gittiği gibi, II. Mahmud’un son zamanlarında önce İngiltere’ye ve sonra öteki AvrupalI devletlere de tanınan ticarî imtiyazlar millî saniyinin hızla çökmesine yol açmış ve bütün bunlara iç ve dış borçlar da katılınca malî iflas kaçınılmaz olmuştur. Bu durumda, malî bakımdan II. Abdülhamid dönemi hakkında verilebilecek hüküm, bu konuda çok daha önceleri başlamış olan kötü gidişin durdurulması için gerekli tedbirler yine alınamadığı gibi, tersine, o gidişi hızlandıracak yollara başvurulmakta devam edildiğidir. Şahsî emlâkini işletip onlardan gelir sağlamakta başarı gösteren II. Abdülhamid’in, ülkenin gelir kaynaklarını değerlendirmede gerekli hassasiyeti göstermediği muhakkaktır.


Malî durumu kötü olan bir devletin, en hayatî konularda da başarılı olması mümkün bulunmadığına göre, bu dönemde ülkenin öteki hizmet alanlarının da iyi durumda oldukları söylenemez. Bu sebeple, en hayatî konulardan biri olan ordu da perişan bir durumda idi. Büyük bir bakımsızlık içinde kıvranıyordu. Askerin beslenme ve giyim gibi önde gelen ihtiyaçları bile karşılanamıyordu. Önce Fransa’dan ve sonra da Almanya’dan getirtilen askerî uzmanların ordunun ıslahı için yaptıkları tavsiyeler, parasızlık yüzünden yerine getirilemiyor ve bin bir güçlükle sağlanabilen modern silahlar da -padişahın kuruntusu yüzünden- ancak şa-raydan izin alındıkça zaman zaman kullanılıyordu. Yani ordu, eğitim yönünden de yetersizdi. Ayrıca, yüksek komuta heyeti de ancak padişahın güvenini kazanabilmiş, fakat ehliyetsiz kişilerden oluşturulduğu için, orduların sevk ve idaresi de zayıftı.


Türlü güçlükler içindeki bir devletin idaresinde başarıya ulaşmak için, o güçlükleri iyi tanıyan ve çözüm yollarını isabetle tespit edebilecek, bilgili bir kadroya ihtiyaç vardır. Bu kadronun yokluğu veya yetersizliği yüzündendir ki, Tanzi-mât’ın ilânından evvel başlayan ve sonra da daha yoğun şekilde devam eden bütün batılılaşma hareketlerinde, Batı’nm yalnız bazı teknik gelişmelerinden yararlanılabiliyor, batılı kurumlar ve kuruluşlar sadece taklid ediliyordu. Böylece, çağdaşlaşma da sadece şekilde ve kabukta kalıyordu. Bu durum; siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel bütün alanlar için aynıydı. Başka türlü olması da imkânsızdı. Çağdaşlaşmaya taraftar olan aydınlarla devlet adamları, bu kadar büyük bir değişmenin her şeyden önce bir eğitim meselesi olduğunu kavrayarak, eğitime ağırlık verdiler. II. Mahmud devrinde başlayan batılı örnekteki eğitim kurumlan Tanzimât’tan sonra da devam etti. Fakat bu kurumlan çalıştırabilecek güçteki kadro yetersizliği giderilemeyince, beklenen verim de sağlanamadı. Ayrıca, çağdaşlaşma hareketlerindeki gelişmeler, başta hükümdar olmak üzere, devlet adamlarının çağdaşlaşmayı anlayış şekil ve derecelerine göre de değişmekte idi. Abdülmecid, kayıtsız ve şartsız, tam ve hızlı bir batılılaşma taraftarı idi. Gerçekten de, onun yirmi iki yıllık padişahlık döneminde, derinlemesine ve sağlam olmamasına rağmen, batılılaşma hareketinin hızla ve her alana yayıldığı görülür. Ülke ihtiyaçlarına ciddi bir şekilde cevap veren bir programla yürütüldüğü söylenememekle beraber, temelde Hıristiyan olan bir medeniyeti benimsemekte güçlük çeken bir ülkedeki normal tepki ve direnmelerin kırılmasında ve kültürel konuların Batı’ya yöneltilmesinde bu dönemin başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. Abdülaziz, Ali Paşa’nın ölümüne (1871) kadar, devletin yönetimini hükümete bırakmış durumda idi. Hükümet adamları ise, Batı medeniyetinin üstünlüğünü ve lüzumunu samimi olarak kabul etmekle beraber, ihtiyatlı ve ölçülü tutumları ile, bu konuda fazla aceleci olmaya taraftar değildiler. Bu ihtiyatlı davranış, devrin aydınları ile hükümet arasındaki anlaşmazlığın başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Ülkenin yönetiminde resmen ve fiilen hiçbir sorunu bulunmayan bu genç aydınlar, sürekli olarak, hükümetin bu tutumuna karşı çıkıp çağdaşlaşma hızının azaltılmasını önlemeye çalıştılar. II. Abdülhamid ise, mutlak bir devlet başkanı olarak, çağdaşlaşmanın sadece hızı bakımından değil, başlıca unsurları ve gerçekleştiriliş biçimi bakımından da Ali Paşa’yı çok geride bırakmıştır. Onu böyle bir davranışa iten sebep ise, tamamıyle şahsî ve siyasîdir. Balkanlar’daki Hıristiyan unsurların Rusya ve Avusturya’nın sürekli tahrikleri ile uzun zamandan beri devam eden “imparatorluktan kopma” yönündeki fikrî ve fi’lî hareketleri kendisinde Hıristiyan teb’aya karşı büyük bir güvensizlik uyandırmış ve onları da bizden sayan bir politikanın (Osmanlıcılık) yararlı olamayacağı inancına götürmüştür. Bu inancın doğurduğu normal sonuç ise, “devlet politikasının ancak Müslüman unsurlara da-yandırılabileceği” görüşüdür (İslamcılık). Fakat böyle bir politikanın yürütülebilmesi, “imparatorluğun değişik milliyetteki Müslüman unsurları arasında birlik sağlanması” ile mümkün olabilirdi. Padişahın, Hıristiyan teb’anın devlete karşı tutumu hakkındaki görüşü, elbette, doğru idi. Ancak, Müslüman teb anın yine devlet karşısındaki tutumu ile ilgili görüşü yanlıştı. Çünkü milliyet fikri, Balkanlar’daki Hıristiyan teb’adan sonra, Müslüman teb’a arasında da yayılmaya başlamıştı. Bu fikri yayma görevini ise, Mısır’a yerleşen İngiltere üstlenmişti. İngiltere, Mısır’daki Araplardan başlayarak, yavaş yavaş, Arap Yarımadası’ndaki Arapları sistemli bir şekilde tahrik ettiği gibi, Anadolu’nun güney ve güney-doğu halkı arasında da kürtçülük tahriklerini başlattı. Bu tahrikler, I. Dünya Savaşı sırasında ilk meyvelerini vermeye başlayacaktır. Yeryüzündeki bütün Müslümanların başı (Halife) olma sıfatından da yararlanarak, o zamana kadarki bir “Osmanlı Milleti” kurma politikasının yerine bir “İslam milleti” kurma politikası koymak isteyen II. Abdülhamid, başarıya ulaşamadı. Çünkü, “Osmanlı Milleti” kurma görüşü gibi, İslâm Milleti kurma görüşü de gerçek temelden yani millî bir temelden mahrumdu. Bu sebeple, İstanbul’da bir Aşiret Mektebi kurdurarak Arap ve Kürt aşiret beylerinin çocuklarını okutup onların ileride devletin değişik mevkilerinde yer alacak ve Türklerle kaynaşacak şekilde yetiştirilmelerini sağlamak için gösterdiği çaba da kısa zamanda boşa çıktı. Kendisini bu fikre o kadar kaptırmıştı ki, hatta Arapça’nın devletin resmî dili olarak kabulüne bile taraftardı.


II. Abdülhamid, dünyada biri İslâm Medeniyeti ve biri de Hıristiyan Medeniyeti olmak üzere, başlıca iki medeniyet bulunduğuna inanırdı. İslâm dininin ilerlemeye engel olduğu iddiasını haklı olarak red etmekle beraber, Batı medeniyetinin çağdaş olmak bakımından üstünlüğünü kabul eder. Ancak, bilim ve teknik alanlarında olan bu üstünlüğün dışında, Batı’da, büyük rejim değişikliklerine yol açarak devletleri temellerinden sarsan siyasî fikir cereyanlarına karşıdır. Bunlar, zehirli fikirlerdir. Ona göre, Doğu ile Batı’yı bağdaştırarak yeni bir senteze varmak da mümkündür. Bu da, ancak, Avrupa’nın ilim ve tekniğini ülkenin ihtiyaçları ölçüsünde almakla gerçekleştirilebilir. Ayrıca Batı, güzel sanatlar alanında da ileri durumdadır. Bu sebeple, Türk musikisini basit ve taklid eseri bir musiki olarak görür ve babası Abdülmecid gibi, Batı musikisine karşı büyük bir hayranlık duyar. Kendisi de bazı Batı çalgılarını çalar ve tiyatroya da büyük ilgi duyduğu için sarayda bir tiyatro salonu yaptırır.


Bütün bunlardan, II. Abdülhamid’in Batı medeniyeti unsurlarına bir gümrük getirdiği, pozitif ilimlerle tekniğe ve güzel sanatlara ait unsurların -ülke ihtiyacı ölçüsünde- bu gümrükten geçmesine ve siyasî fikir akımlarının geçmemesine karar verdiği açıkça anlaşılıyor. Gerçekten de batılılaşma, onun devrinde, bu yönlerden gelir. Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi, 1882) onun zamanında açıldığı gibi, ilk modern müze binası da onun devrine rastlar.


Batı dan alınacak temel unsurlarla kurulacak yeni bir medeniyet sentezi için yürünecek en sağlam ve kestirme yol olan eğitim de, II. Abdülhamid döneminde, yukarıda açıklanan anlayış içinde yürütülür. Yani Batı medeniyetini doğuran temel düşünceleri öğretecek eğitim kurumlan yerine, teknik ve meslekî okullar tercih edilir. Bu tercihte, onun şahsî endişelerinin, zehirli saydığı düşüncelerin bu kurumlarla gelmesi korkusunun büyük payı olduğu muhakkaktır. Bu sebeple, meslekî ve teknik alanlarda açılan okulların bile ders programlarını bizzat gözden geçirerek, kendisince zararlı bulduğu dersleri veya konuları kaldırdığı bilinmektedir. Esasen, II. Abdülhamid devrinde açılan okulların sayısı da, ihtiyaca göre, çok azdır. Bunların bir kısmı da eskiden açılmış olup sonradan geliştirilen veya daha önce kapanmış olup yeniden açılan okullardır. Devlet memuru yetiştirilmek üzere Abdülmecid devrinde açılıp orta dereceli bir okul olan Mekteb-i Mülkiyye (1859), adı Mekteb-i Mülkiyye-i Şâhâne’ye çevrilerek, yüksek okul haline getirilmiştir. Hukuk, sivil mühendislik, veterinerlik ve ticaret alanlarındaki yüksek okullar da daha önce kurulmuş olup bu devirde geliştirilmiş olanlar arasındadır. Padişahın bu eğitim anlayışı karşısında, Batı medeniyetinin siyasî ve sosyal alanlardaki temel fikirlerini getirme görevi genç aydınlara düşmüştür.


Türkiye’de parlamentoya dayalı bir devlet ve hükümet şeklinin kurulması fikri, ne Tanzimat’tan önceki, ne de Tanzimât’tan sonraki devlet başkanlarında bulunmadığı gibi, devlet adamlarında da yoktur. Bu fikir, ancak 1865’den yani batılı kültürle temasa geçmiş yeni bir aydın nesil yetiştikten sonra ortaya atılabil-miştir. Bu gençler, hükümetleri, sürekli olarak, Batı nın kültürel, sosyal ve siyasî kuruluş ve kurumlarını tam ve hızlı bir şekilde getirmemekle suçlamışlardır. Devleti, icra organını da kendi kontrolü altında bulunduracak bir siyasî sisteme gitmesi için basın yolu ile zorlamaktan geri kalmamışlardır. 1865 Haziran’ında Namık Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Yeni Osmanlılar adındaki gizli siyasî cemiyetin de başlıca amacı bu idi. Gerçekten de hükümet, icraatı konusunda yalnız padişaha karşı sorumlu bulunuyordu. Padişahla anlaşmazlığa düşmediği sürece bütün yaptıklarında istediği gibi davranabiliyordu. Hükümetlerin icraatına, padişahın dışında, sadece yabancı büyük devletler müdahale edebiliyorlardı. Gerek bu garip ve ülke için haysiyet kırıcı olan durumun ortadan kalkması ve gerekse bütün halkı ilgilendiren hükümet icraatını kontrol edebilecek kanunî bir organın kurulması gerektiğine kesinlikle inanan aydınlar, Türkiye ye meşrutiyet rejimini getirinceye kadar (1876), bu konuyu ellerinden bırakmadılar. Şinasi’nin Tasvîr-i Ef-kâr’daki bazı yazılarında üstü kapalı olarak belirtilen bu konu, 1865 den sonra, genç nesilden Ziya Bey (Paşa) ile Ali Suavi tarafından bir Millet Meclisi’nin açılması açıkça istenilmek suretiyle ortaya atıldığı gibi, Yeni Osmanlılar’m bir süre koruyuculuğunu yapan Mustafa Fâzıl Paşa da padişah Abdülaziz e hitaben yayınladığı bir açık mektupla bu isteği çok ayrıntılı olarak belirtti (1866). Hükümetin bu yayınlara gösterdiği tepki ve gizli cemiyetin ihbar edilmesi üzerine Yeni OsmanlIlar, Avrupa’ya kaçarak, paşanın maddî desteği ile çıkardıkları gazete ve dergilerde bu yoldaki çalışmalarını ısrarla sürdürdüler. Bütün bu çalışmalara rağmen hiçbir sonuç alınamayınca, Âli Paşa’nın ölümünden sonra İstanbul a dönen bu aydın gençler, kendilerini fikren destekleyen Midhat ve Süleyman paşaların da yardımları ile, Abdülaziz’i tahttan indirerek, yerine Abdülmecid’in büyük oğlu veliaht Mehmed Murad’ı geçirmeyi başardılar. Ancak, bu parlamenter rejim müca-hidlerinin karşısına, V. Murad’ın Uç aylık padişahlığından sonra tahta geçen, 11. Abdülhamid çıktı. Biraz sonra başlayan Rus savaşını olağanüstü hal diye kabul edip parlamenter rejimi bir anda ortadan kaldırarak, onu getirebilmek için yıllarca sayısız sıkıntılara katlanan bütün aydınları büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Padişah, bunlardan bazılarını (Ziya Paşa, Namık Kemal) İstanbul dışındaki memuriyetlerle pasif duruma getirdiği gibi, bazdarına da (Midhat Paşa, Ali Suavi) hayattan el çektirdi. Böylece, Tanzimat’ın bu ilk ve ateşli edebî neslinin hem siyasî, hem de edebî hayatları sona erdi. Fakat, bu neslin tohumlan toprağa düşmüştü. Çok kısa bir süre sonra, tohumlar hızla filizlenip yeşerdi. Bundan sonra, parlamenter rejimi yeniden kurma görevini üstlenen bu yeni nesil (Ahmed Rıza, Mizancı Mehmed Murad, Abdullah Cevdet, Sami Paşa-zade Sezai, Ali Kemal, İbrahim Temo, İshak Sükuti, Tunalı Hilmi) Yeni Osmanlılar’ın Fransızca karşılığı olan Jön Türkler’i kendilerine ad yaparak, İttihat ve Terakki isimli yine gizli bir siyasî cemiyet kurdular (1889). Yurtiçinde ve dışında aralıksız sürdürdükleri uzun mücadele sonunda, Türkiye’de parlamenter rejimi yeniden kurdurmayı (23 Temmuz 1908) başardılar.


Tanzimâtın ilânından 1860 yılına kadar, bazı devlet adamlarının ve büyük devletlerin dışında, Gülhâne Hattı uygulamalarının ve genellikle çağdaşlaşma çabalarının yürütülmesi hakkında hiçbir ciddi tepki veya müdahale yoktur. Böyle oluşta, şüphesiz, batılılaşmaya taraftar ve ülkenin işleri ile yakından ilgilenebilecek yeni bir aydın kadronun henüz yetişmemiş ve mühim bir kontrol ve mücadele aracı olan özel basının da henüz kurulamamış olmasının payı büyüktür. Bu dönemde, elbette, devletin icraatı karşısında sesini yükseltebilen, uyanık ve aydın bir kamuoyunun varlığından da söz edilemez. Bütün bunlar, ancak, başta Şinasi olmak üzere, yeni bir aydın neslin ortaya çıkmaya ve özel basının kurulup hızla gelişmeye başladığı 1860 yılından sonrası için sözkonusu olabilirler. Öncüleri Şinasi olan Batı taraftarı yeni edebî nesil, Abdülaziz devrinin daha önce belirtilen zor şartları altında demokrasi mücadelesini başarıyla sürdürürken, bir yandan da, sosyal ve edebî çağdaşlaşmayı da aynı hızla yürütüp başarıya ulaştırırlar.


Tanzimât devri edebiyatının ilk safhasında (1860-1876) avrupalılaşma işlemi, zorunlu olarak, “Divan edebiyatına aralıksız saldırıp onu gözden düşürme, yani çağdaş bir Türk edebiyatına alan açma, Fransız edebiyatının başlıca türlerini getirme, bu edebiyatın klasik ve romantik okullarının başlıca yazar ve şairlerini tanıtma, eski nazım ve nesir dillerinin dışında yeni bir edebî dil yaratma” yönlerinde gelişmiştir. Bunlara, Fransız edebî türleri hakkındaki ciddi teorik bilgiler de eklenmelidir (N. Kemal: İntibah’ın önsözü; Recaizade Ekrem, Talîm-i Edebiyyat). İkinci safhada (1876-1896) ise, “Fransız edebiyatının daha çok estetik ve teknik esasları üzerinde durulmuş (Recaizade Ekrem: III. Zemzeme, önsöz; Takdîr-i Elhân; N. Kemal: Celâl Mukaddimesi), realist ve natüralist romanın kısmen tanıtılması (Nâbizade Nâzım: Karabibik, önsöz) ve yeni bir edebî dil oluşturulması için çalışılmıştır.


Batılılaşmanın sosyal alandaki gelişmesini ise, 1860’dan sonra, basın, roman ve tiyatro birlikte yürütürler. Bu üç mühim vasıta, bir yandan batılı yaşayışı -bazen çok lüzumsuz ayrıntılara kadar inerek— Türk halkına tanıtırlarken, bir yandan da çok çeşitli konular üzerindeki batılı görüş tarzım da getirmek suretiyle yeni bir aydın nesil yetiştiriyorlardı. Sosyal alandaki bu hizmeti ile edebiyat, tamamıyle, Tanzimat’ın getirdiği esaslara bağlıdır. 1860-1875 yılları arasında Türk edebiyatı, ara sıra bu yönden ayrılmakla beraber, hemen hemen bir bütün halinde, kendisini bu esasların gerçekleştirilmesine vermiştir ve bu tutumu ile, daha çok, “sosyal” bir karakter gösterir.


Bu safhanın ilk büyük şahsiyeti olan Şinasi, Batı medeniyetinin unsurlarını gerçek bir kavrayış ve direnişle açıklamaya çalışır. Hedefe erişmek için bilgisizliğin ve dinî taassubun bir an önce ortadan kaldırılması gerektiğini düşünerek, halkın fikir seviyesini yükseltmeye uğraşır. Bu hususta gazeteyi en mühim vasıta olarak görür. Halkla kolayca anlaşabilmek için yeni bir dile ihtiyaç duyması, yeni bir nesrin doğmasına yol açar. Geniş anlamı ile “çağdaşlaşma temasına Ziya Paşa’da, Namık Kemal’de ve Ahmed Midhat’ta da sık sık rastlanır.


Tanzimat devrinde Türk edebiyatının çağdaşlaştırılması çabalarına gelince; yaratılışından gelen bir özellikle, düşündüklerini kimseye açmadan doğrudan doğruya onları gerçekleştirmeye geçen Şinasi, Türk edebiyatının modernleştirilmesi hakkında ortaya açık bir program koymuş değildir. Halbuki, eski edebiyatın henüz rağbette olduğu; Yenişehirli Avni (1826-1883), Leskofçalı Galib (1828-1867) ve Hersekli Arif Hikmet (1839-1903) gibi bu alanda üstad tanınan kuvvetli kişilerin henüz yaşadığı ve şöhretlerinin sürdüğü bir dönemde, ileride yeni bir edebiyat kuracak nesillere onun esaslarını açıklayan bir program vermek lazımdı. Bu programı, ilk defa, Tasvîr-i Efkâr’daki “Lisân-ı osmânî’nin edebiyyâtı hakkında bazı mülâhazatı şâmildir” (1866) adlı uzun makalesi ile Namık Kemal dener. Kemal, edebiyatın tarifi ile başladığı ve onun “fikrin gelişmesine ve halkın eğitilmesine olan büyük hizmetinden” söz ederek “edebiyat, bir milletin bekasının teminatıdır” gibi değeri çok ağır basan bir hükme vardığı bu makalesinde, Divan Edebiyatı’nın “gerçeklerle ilgisizliğine, sun’îliğine ve boşluğuna” şiddetle hücum ederek, Türk edebiyatının yeniden düzenlenebilmesi için birtakım esaslar koymaya çalışır. Üzerinde en çok direndiği nokta, Şinasi’nin de düşündüğü gibi, her şeyden önce, yeni bir ifade şekli ve yeni bir dil ihtiyacıdır. Bunun için de yazı dilinin düzenlenmesini, biran önce konuşma diline yaklaştırılmasını ister. Kemal, bu makalesinde ileriye sürdüğü “edebiyatta sosyal fayda arama prensibini, Celâleddin-i Harzemşah (1875) adlı piyesinin önsözünde ayrıca savunur.


Böylece, Tanzimât hareketinin prensiplerine de uygun olarak, Türk edebiyatının takip etmesi gereken yol açıkça çizilmiş olur. Tanzimat hareketi -bir anlamda- bir “halka iniş” hareketi olduğu için, edebiyatta “halkın anlayabileceği bir dil” üzerinde direnilmesini de tabiî karşılamak gerekir. Konuşma diline yaklaştırılacak yeni bir yazı dili yani yeni bir nesir, halka kültür yolu ile sağlanmak istenen “sosyal fayda”nın da en güçlü aracı idi. Bu konuda Kemal’den sonra konuşan Ziya Faşa ise, daha cesur bir davranışla, bu hedefe tek bir hamlede ulaşmak ister: I868’de Hürriyet gazetesinde çıkan meşhur “Şiir ve İnşâ” makalesinde, Divân Edebiyatı’nı “millî bir edebiyat olmamakla” suçlayarak, modem Türk edebiyatının ancak “Halk edebiyatına bağlanmakla” kurulabileceği gibi zamanına göre çok ileri bir düşünce ile, bir sıçrayışta, halkın diline ve ifade şekline gidilmesi teklifinde bulunur.


Burada mühim olan nokta, Batı edebiyatını örnek alma kararını veren Tanzimat Edebiyatı’nın, amacına ve yeni yapısına uygun bir ifade vasıtası yani “yeni bir dil ve üslûb” aramak ihtiyacını hemen duymuş olmasıdır. İlk çalışmalar bu noktada toplanarak kısa zamanda açık bir sonuca varılmış, gerek nesirde ve gerekse nazımda yeni bir dile ve yeni bir söyleyişe ulaşılabilmiştir.


Nesir dilinde Tanzimat’tan sonraki bu gelişmenin başlangıcı, 1831 yılına kadar iner. Devlet gazetesi Takvîm-i Vakaayi’in (ilk sayı: 1 Kasım 1831) dilinde ve üslûbunda halkın seviyesine uygun olarak yapılmasına çalışılan ayarlama, Tanzi-mât nesrinin nüvesidir. Gazete dilinin bu tarihten başlayarak aynı yönde süren gelişmesine devlet dilinin -hele Tanzimat’ın ilânından sonra- sadeleşme yolundaki hızlı gelişmesi de eklenince, 1860’tan başlayarak, edebî Türk nesrinin kurulması için hayli elverişli şartların varlığını kabul etmek gerekir.


Bu nesrin temelini Şinasi atar. Devlet nesrinin üslûbundan tamamıyle kurtu-lamamakla beraber vokabüler bakımından ondan çok ayn olan bu nesri, romantizmin tesiri ile, “sanatkârane” üslûbun çekiciliğinden kendisini kurtaramayan Namık Kemal ve kısmen Ziya Paşa daha yüklü ve süslü bir hale getirirlerken; Ah-med Midhat da, tersine, yalnız vokabüler bakımından değil, üslûb bakımından da onu konuşma diline yaklaştırmaya çalışır. Fakat Tanzimât devrinin tanınmış yazarları, dilde ve üslûbta Ahmed Midhat’ı değil, Namık Kemal’i takip ederler.


Edebiyatın sosyal hizmete girmesi, çevresindeki her şeyle doğrudan doğruya ilgilenmesi prensibi ile Türk edebiyatı, asırlardan beri ilk defa olarak, hayatla yüz yüze geliyor, olayları ve insanları oldukları gibi görüp göstermeye başlıyordu. Bu durum, eski edebiyatın her alandaki soyutluğundan kurtuluşun, somuta bağlanışın ifadesidir. Eski edebiyat, bilindiği gibi, kaideler ve klişeler edebiyatı idi: Klişe konu, klişe tabiat, klişe hayal, klişe güzellik, klişe sevgili tipi, klişe aşk, klişe dil… vb. Bütün bu klişelerden kurtulup hayatın karşısına aracısız ve eli kolu bağlı olmadan çıkan Tanzimat devri sanatçısı, her şeyden evvel, hürriyetini duyar ve tek başına bir “şahsiyet” olduğunu anlar. Bu anlayışı yeni bir tabiat görüşü, yeni bir estetik, doğrudan doğruya hayattan alman yeni konular takip ederler. Tanzimat’ın terdin hürriyeti prensibi ile tam bir uygunluk halinde bulunan “sanatçının hürriyeti” prensibi, ona tamamıyle “şahsî sentezlerin yani yaratıcılığın kapılarını açmıştır.


Fakat 1875 yılına kadar prensip olarak “sosyal fayda” formülüne bağlanan Tanzimat Edebiyatı, bu tarihten sonra, üslûb ve konu bakımından kendisini yavaş yavaş Fransız romantizmine kaptırdı. Türk Edebiyatının asırlarca süren alışkanlıklarına da uygun düşen bu kaptırış, önce üslûbta başlar. Nesrinin esasım Şına-si’den almakla beraber, “sanatkârane üslûb” kaygısı ile ondan ayrılan Namık Kemal’in, romanlarındaki tabiat ve insan tasvirlerini daha canlı ve çekici hale getirebilmek için romantik üslûbun ihtişamından faydalanmaya kalkışması ile başlayan bu tesir, zamanla, karakterlere, vakaların kuruluşuna ve temalara kadar yayıldı. 1880’den sonraki Türk romanında görülen bazı realizm ve natüralizm denemelerine rağmen, Kemal’i takip eden Recaizade Ekrem ve Abdülhak Hamid’ın de ağır basan şahsiyetleri ile, Tanzimât Edebiyatı, -çok geniş ölçüde- romantizme bağlı kalmıştır.


1860’tan başlayarak şiiri, tiyatrosu ve romanı ile batılı edebiyatın bütün türlerini benimseyen ve denemeye girişen Türk edebiyatı, teknikte henüz çok yetersiz olmakla beraber, gösterdiği hızlı gelişme ile, tamamıyla batılı bir anlayışa ve bütün türlerde çok verimli çalışmalara sahip olabilmişti.

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler. Daha fazlası için bizi motive ediyor.

Daha yeni Daha eski