Devir nazariyesi, âlemin ve özellikle insanın varlığı, bu varlığın nasıl ve nelerden oluştuğu, nereden gelip nereye gittiği vb. konulardaki düşünceler üzerine şekillenmiş olan, tarihin farklı dönemlerinde bünyesinde insan ve kâinatın varoluşu hakkındaki çok sayıda düşünce ve görüşü toplayan felsefi bir sistemdir. Bu nedenle de devir nazariyesi, farklı araştırmacılar tarafından farklı biçimlerde açıklanmakta, bu konu üzerindeki tartışmalar günümüzde de devam etmektedir.
Uzak Asya ve özellikle Hint inanç sistemlerinde yer alan ve tenasüh, ruh göçü, reenkarnasyon vb. şekillerde adlandırılan algılarla (devir kuramı) devir nazariyesi, gösterdiği birtakım benzerlikler nedeniyle, zaman zaman birbirine karıştırılabilmektedir.İslami literatürde insan ruhunun, kaynağı olan Hakk’tan ayrılıp yine ona dönünceye değin geçirdiği olaylara devir, bunu açıklayan görüşe de devir nazariyesi (devriye kuramı, devir teorisi) adı verilmiştir. Bu düşünceye göre mutlak varlık olan Allah’ın bilgisiyle zuhur etmesi sonucu varlıkların hakikatleri, görünen âleme yansımaktadır. Bu doğrultuda varlık, dört ögeden oluşan madde âleminin (toprak, su, hava, ateş) göklerle birleşmesinden doğan üç öge (hayvan, bitki, maden) evrelerinden geçmekte ve tüm bunların ardından, hayvan derecesinin en olgunu olarak insan yaratılmaktadır.
Toprak, su hava ateş bunlara anâsır-ı erbaa “dört unsur” denir. Anâsır kelimesi sözlükte “asıl, kök, soy; şeref ve asâlet” gibi mânalara gelen unsur kelimesinin çoğuludur.
Yeryüzündeki bütün varlıklar Allah’ın bir sıfatına mazharken, insan eşref-i mahlûkat olduğu için, Allah’ın bütün sıfatlarına mazhar bir canlı derecesinde bulunmaktadır. Bu doğrultuda devir nazariyesinin özünü; âlem insandır ve insan, yaratıcının âlemdeki en güzel yansımasıdır düşüncesi oluşturmaktadır. Ancak, bu sıfatlar kendisinde tecelli edip olgunlaşıncaya kadar ilahi nur (varlık), sırasıyla toprak, maden, bitki ve hayvan evrelerinden geçerek evrenden süzülmekte, böylece de bütün kâinat ve varlıklar insanda bir devir hâlinde tecelli etmektedir.
Maddi âleme yani dünyaya gelen varlık önce cansız, sonra bitki, ardından hayvan ve en sonunda da insan şeklinde görülmekte, mutlak varlığın sıfatları kâinattaki bütün varlıklardan süzülerek nihayet insan kisvesine bürünmüş biçimde tecelli etmektedir. Bu anlamda olgun, eksiksiz insan manasındaki insan-ı kâmil mertebesine çıkıp Hakk’a ulaşabilenler tam anlamıyla devrini tamamlamış olmaktadır. İşte bu devir hareketi bir daireye benzetilmekte, vücud-u mutlak’tan evrene gelinceye kadar geçen süreyi kapsayan bölüme kavs-ı nüzul (iniş yayı), dünyadan yüce âleme (vücud-ı mutlak) varıncaya kadar geçen süreyi kapsayan bölüme de kavs-ı uruc (çıkış yayı) denilmektedir. Bu dairenin başlangıç noktası Tanrı, bitişi ise insan olarak kabul edilmektedir.
Devir nazariyesi, özünde bu düşünce doğrultusunda ortaya çıkıp şekillenmiş bir görüştür. Ruhun âlemi dolaşması, yani, evrenin ve insanın Allah’tan çıkıp tekrar Allah’a dönmesi felsefesine göre yazılan, mutlak varlıktan insana, insandan asla dönüşe kadar süren devri anlatan tasavvufi şiirlere ise devriye denilmektedir. Devir nazariyesinin işlendiği devriyeler Türk tasavvuf edebiyatının en az kaleme alınan, en karmaşık ve araştırmacıların da üzerinde en az çalıştıkları türlerinden biridir.
Arap ve Fars tasavvuf edebiyatında da görülmekle birlikte devriyelerin, en yüksek seviyesine Türk tasavvuf edebiyatında ulaştırılmış oldukları kabul edilmektedir. Hem aruz hem de hece vezniyle yazılmış olan devriyelerin, devrin değişik boyutlarda yazılan çok sayıda tür ve örneğine rastlanabilmektedir.
Mutlak varlığın cansızlar âleminden ayrılıp dünyaya gelinceye kadarki yolculuğunu anlatan devriye türüne ferşiyye, dünyadan tekrar varlığa doğru yapılan (topraktan→madene, madenden→bitkiye, bitkiden→hayvana, hayvandan→insana, insandan→insan-ı kâmile) manevi yolculuğu anlatan devriye türüne ise arşiyye adı verilmektedir. Türk edebiyatında daha çok ferşiyye yazılmış, arşiyyeler ise sayıca daha az kalmıştır.
Bazı devriyeler tasavvufi ve remzi ifadelerle yüklü, anlaşılması daha zor bir yapıdayken, bazı devriyeler insanın ana rahmine düşmesinden ölümüne kadar, bazen de ölümünden sonraki bazı safhaları içine alan, didaktik ve anlaşılması daha kolay bir anlatımla yazılmıştır. Bu ikinci tür devriyelerde, ana rahmine düşmesinin ardından kişinin başına gelebilecek maddi ve manevi sıkıntılara işaret edilerek bunlardan kendini korumanın yolları, kabir ve ahiret âleminin güçlükleri vb. anlatılmıştır.
İslam felsefesinin tekvin, sudur, tecelli, vahdet-i vücut, insan-ı kâmil ve devir gibi yorumlanması zor alanlarıyla yakın ilişkisi bulunan devriye türünün az sayıdaki örneklerinin, ağırlıklı olarak Alevî, Bektâşî ve Melamî zümre mensubu şairlerce verildiği görülmektedir. Sünnî tarikat mensubu şairler de devriye örnekleri vermekle birlikte, konunun hassasiyetine binaen, bu şairler daha çok Kur’an ve sünnet çerçevesinde insanın ana rahmine düşüşü, ölüm ve kabir hayatı gibi konuları anlatan tasviri nitelikteki devriyeler yazmakla yetinmişlerdir.
Türk Edebiyatı’nda devriye türünde örnek veren az sayıdaki mutasavvıfların başlıcaları arasında Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Niyazi Mısrî, Hatâyî, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi, Eşrefoğlu Rûmî, Harabî, Neyzen Tevfik vb. yer almaktadır.
Tasavvufî devriyyeler içinde şeriatin zahirine muhalif görünen, yoruma açık ve remzî ifadelerle kaleme alınmış olanlarına, dinî-şer’î kayıtlara aykırı sözler söylemekte aşırılıktan çekinmedikleri bilinen Melâmîler’in yanında çoğunlukla Bektaşîler’in ve onların tesiri altında bulunan diğer Alevî zümrelere mensup şairlerin daha fazla rağbet ettiği görülmektedir. Bunun önemli bir sebebi konunun, insân-ı kâmil hâline yükselmeden önce, yani kavs-i nüzul ve urûc devresinde iken tabâyi-i erbaa ve anâsır-ı erbaa safhalarında cemâdat, nebatat ve hayvanata ait aslında beşerî olmayan çeşitli menfi tezahürlere sahne olan insan varlığını kınayıp yermeye elverişli bulunmasıdır. Bu suretle kişinin kibirlenip gururlanmamasını, yaratıcısı karşısında aczini itiraf etmesini, kusuru önce kendinde aramasını ve eksikliklerini süratle tamamlayıp asıl kaynağına yönelmesini, o yüce zâta lâyık olacak şerefe erişmesini özendirmek de mümkün olabilmektedir. Ancak devriyyelerin ekseriyetini nüzul devresini anlatan ferşiyyelerin teşkil ettiği görülmektedir. Bu ise urûcun pek nazik bir tasavvufî mesele olmasından kaynaklanmış olmalıdır. Ayrıca Bektaşî ve Alevî şairlerin devriyyelerinde İslâm inancına zıt bir anlayış olan tenasüh, hulul ve ittihada yer verildiği, Sünnî mutasavvıfların manzumelerinde ise bundan dikkatle kaçınıldığı görülmektedir.
Abdalların inanç sistemleri içerisinde devir nazariyesine ait çok sayıda unsurun kendilerine yer bulmuş olduğu dikkati çekmektedir. Bu düşüncelerin özellikle kendini tanımak ve bilmek, kendini aramak ve bulmak, dünyada iken Hakk’ı tanımak ve ona ulaşmak, insan-ı kâmil olma yolunda çaba göstermek etrafında yoğunlaştığı görülmektedir. Bu doğrultuda kişi kendisini bilip tanımalı, kendisini tanıdıkça Hakk’ı yaşarken bulmalı, yaratıldığı gibi olgunlukla davranmalı, kısacası insan olarak geldiği hayattan yine insan gibi yaşayarak ayrılmalıdır.
Tasavvuftaki devir de, başta Allah’ın bilgi ve iradesi ondan sonra da bu bilgi ve iradeden insana kadar gelen yaratma manasında bir maddi oluşum söz konusudur. Bu madde, cansızlarda varlığını korumak, bitkilerde büyümek, hayvanilerde (canlılarda) duymak, seslenmek, hareket etmek suretiyle can kazanır. Fakat cansızlara, bitkilere, hayvanlara ait olan bu canlılık (ruh-ı cemâdi, ruh-ı nebâti, ruh-ı hayvâni) geçici, fanidir. Ana rahminde insana verilen ruh ise (ruh-ı insanî) ölümsüzdür. Ölümden sonra kıyamete kadar berzah âleminde kalacak, daha sonra hesap günü yapıp ettiklerinin sonucu olarak lütfa (cennete) veya azaba (cehenneme) düçar olacaktır
🟢Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Halk Bilimi Anabilim Dalı araştırma görevlisi, Ahmet Keskin'in Türk Tasavvuf Kültürü ve Devir Nazariyesi Bağlamında Neşet Ertaş isimli makaleden alınmıştır.
Ahmet Keskin hocanın diğer makaleleri için google scholar profiline ✅ buradan bakabilirsiniz.
Bir kaç ekleme de biz yapalım.
Türk tasavvuf edebiyatında devir nazariyesi, âlemin ve insanın yaratılışını, yaratılış silsilesini ve tekâmülünü konu edinen bir önemli temadır. Bu nazariye, tasavvuf edebiyatının manzum ve mensur örneklerinde yer alır. İşte bazı önemli noktalar:
Devriyyeler: Devriyyeler, devir nazariyesinin bir yansıması olarak varlığı ilgilendiren metinlerdir. Bu metinler, İran ve Türk tasavvuf edebiyatlarının yanı sıra tekke, halk ve Bektaşî edebiyatlarına ait değişik nazım şekilleriyle ifade edilmiştir. Manzum olanları destan, koşma, ilahi gibi çeşitli formlarda yazılırken; nesir olanları ise secinin, söz söyleme maharetinin, ilmî, felsefî ve manevî derinliğin tecessümleri olarak karşımıza çıkar.
Ferşiyye ve Arşiyye: Devriyyeler, iki ana kategoriye ayrılır:
Ferşiyyeler: Vücûd-ı mutlaktan ayrılan ilahi nurun dünyaya inişini anlatır. Bu yolculuk, topraktan madene, bitkiye, hayvana ve insanın suretinde ortaya çıkmasına kadar devam eder. İnsanın da insân-ı kâmil mertebesine yükselerek ilk zuhur ettiği asıl kaynağa, yaratıcısına dönmesine “meâd” denir. Üsküdarlı Hâşim Baba’nın "Devriyye-i Ferşiyye"si bu konudaki en tanınmış eserlerden biridir
Arşiyyeler: Dünyadan tekrar yüce âleme, huzûr-ı ilâhîye kadar yükselişi anlatır. Anlatım sırasında vahdet-i vücûd düşüncesinin tesiriyle şair, geçilen bütün devreleri, girilip çıkılan bütün halleri kendi şahsî macerası gibi anlatır. Niyâzî-i Mısrî’nin "Devriyye-i Arşiyye"si bu türün Türk edebiyatındaki en tanınmış örneklerindendir
Şairane Hayaller: Devir inancı, şair sûfîlerin ilham ve heyecan kaynağı olmuş, hatta “devriyye” adıyla anılan, şairane hayallerle süslü manzumeler yazılmasına yol açmıştır
Bu temalar, tasavvuf edebiyatının derinliklerinde insanın varoluşunu, evreni ve yaratılışı anlamaya yönelik felsefi ve manevi bir bakış açısı sunar.