Şiir Hakkında - Ahmet Hamdi Tanpınar

Bugün sanat meseleleriyle yakından alâkadar olmuş bir zekâ için artık münakaşasına imkân görülmeyen hakikatlerden biri de şiirin her türlü menfaat endişesinden uzak, gayesini yalnız kendinde bulan bir mükemmeliyet olmasıdır.

Bu böyle olduğu hâlde, maalesef memleketimizde mutlak derecede bir ekseriyet hâlâ sanatkârda büyük İnsanî mefkûrelerin bir peygamberini, cemiyet hayatının ateşli bir havarisini görmek arzusundadır. Asaleti nispetinde sakat olan bu arzuda, şiir hakkında yerleşmiş, kök salmış bâtıl zanların, yanlış telâkkilerin mühim bir hissesi vardır. Filhakika malzemesini lisan gibi umumun malı olan bir menbadan alması, diğer sanatlara nispeten tekniğinde mevcut zâhirî kolaylıklar ve daha bunlara benzer birçok sebepler, onu zaman zaman tabiatının büsbütün haricinde olan yanlış telâkkilere maruz bırakmış ve âdeta fikrin her çeşidini istiaba elverişli bir nevi imtiyazlı kap olarak kabul ettirmiştir. Bu yüzdendir ki, sadece muztarip ve huzursuz ruhun saf bir lisanı olması lâzım gelen şiiri çok defa irşadın kürsüsünde vaaz eder gördük. Hakikatte bütün bunları ifade için başka bir dil, yevmî hayatımızın aynası olan nesir vardı.

Lisanın tabiî mantığından başka hiç bir kayıt tanımayan serbestisiyle, hudutsuz genişliğiyle nesrin, bütün bunların en tabiî tercümanı, fikrin her çeşidini istiaba müsait olduğunu kim inkâr edebilir? Birbirini kovalayan sahifeler, vuzuhtan bir an ayrılmayan düzgün ve mantıkî cümleler, bütün arzularımızı tatmine, her türlü temiz niyetimizi aşılamaya muktedirdir. Fikrin birbirini itmam eden basamaklarla istenen neticeye isalini ancak o temin eder. O istediğiniz şekle girer, arzu ettiğiniz hüviyeti alır. Ağlar, güler, anlatır, mantık yapar, itham eder, ikna eder, zekâmızın bütün faaliyetlerini ifade, gündelik hayatımızın bütün ihtiyaçlarını tesviye eder ve esasen onların mahsûlüdür.

Buna mukabil tabiatı itibariyle toplu olan şiir, fikir için her şeyden evvel dar bir çerçevedir. Büsbütün başka bir nizamın birleştirdiği bu kesik cümleler, söze kâh yontulmuş bir mermerin düzgün salâbetini, kâh bir manzaranın renk ve gölgelerini veren ve her an tarifsiz bir musikiyi peşinden sürükleyip götüren değişiklikleri ile hiç bir nazariyeyi izaha ve hiç bir davayı ispata müsait değildir. O, bir yılan gibi kendi üstüne çöreklenen ruhun bir an için kendi kendini temaşasından doğan bir mükemmeliyettir ki, ağlatmak ve düşünmek ona terettüp etmez. Böyle bir teşebbüste derhal kendi tabiatının haricine çıkmak felâketine duçar olur. Edebiyatımızda bol bol görülen hasret-nâmelerin hitabet ve belagat nümuneleri, hangi mebdeden hareket etmiş olursa olsun bu yanlış adımın vardığı tatsız neticeleridir. Eğer onları sevdiğimiz, beğenmediğimiz anlar olmuşsa, bu şüphesizdir ki, sanattan büsbütün başka endişelerin doğurduğu alâkalarla olmuştur. Türkçe çok yerinde olan bir tefrikle bu kabil mahsullerine «nazım» der. Bunlar muayyen bir gaye takip ederler. Her emel bir neticenin etrafında toplanır. Halbuki hakikî şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur. Kendisinden başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir. Ondan beklenebilecek yegâne şey, bizde bediî alâka dediğimiz ve hayatımızın maddî taraflarıyle, gündelik endişeleriyle münasebettar olmayan saf bir alâka uyandırmasıdır.

Bu, belki anî bir cehtle kendini bulan ruhun, insandaki ezelî hakikatle temasından doğan bir konuşmadır; belki güzellik dediğimiz idealle bir lâhza baş-başa kalmanın verdiği mestidir. Bu mânada denebilir ki, şiir ve alelumum sanat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir.

Muvaffak bir sanat eseri, içinde bütün unsurların ve bütün yorgunlukların bir mükemmeliyet hâline geldiği, ayrılması kabil olmayan bir terkiptir. Bu terkipte her parça birbirini tamamlar. Bu böyle olduğu hâlde, ekseriyet şiirde şekil ve muhteva denen iki ayrı unsurun mevcudiyetini kabule daima mütemayildir. Bunun tabiî neticesi olarak mübdi de biri şâir, biri sanatkâr, yani biri duyucu ve biri işçi olarak iki şahsiyete ayrılmış oluyor. Sanat bahislerinde ne kadar esaslı karışıklıklar doğuracağını tahmin edebileceğimiz bu yanlışlığın başlıca sebebini yine şiirin kullandığı malzemede bulabiliriz. Şiir, güzel sanatlar içinde maddesinin tabiatı itibariyle başlı başına bir hususiyet teşkil eder. Diğer sanatlar yalnız kendilerine ait ve has olan maddelere ait ve has olan maddelere müf-tekır iken o, doğrudan doğruya malzemesini umuma ait olan ve onun ihtiyaçlarından doğan lisandan alır. Heykeltraş ve mimarın yontup işledikleri taş, tabiatta serbest hâlinde bir kıymet değildir. Hilkatin, üzerinde hiç bir mâna dolaşmayan lâalettayin bir parçasıdır. Muayyen kabiliyetleri olabilir, fakat ona hususî bir kıymet verdiren insan zekâsıdır. Ancak heykeltraşın elinde bir ifade, bir mâna, bir hayatiyet kazanan mermer, sanatkârı ortadan çıkarttığınız gün ocağına avdet eder, ebedî ve müsterih uygusuna dalar. Musikişinasın elinde bir mucize hâline gelen ses de öyle değil midir? Halbuki lisan, bunun aksine olarak insanların vücuda getirdiği, işlediği bir şeydir. Muayyen ihtiyaçlardan doğmuş, onların genişlemesiyle tekâmül etmiştir. Şiir, onun için tabiatın haricinde kalan tâli bir vazifedir. Şiiri kaldırınız, lisan yine cemiyetin içinde yaşar, ilk ve zarurî vazifesini görür.

Binaenaleyh mermer, granit, çizgi, ses, bir sanat tertibine saf olarak geldikleri hâlde, bunların aksine olarak kelime, şiire üstündeki mânayı, delâlet ettiği gizli ve aşikâr âlemi, yani yaşayan canlı bir kıymeti de beraberinde getirir. Bu suretle bu sanatta kendiliğinden mâna denen bir hâl teşekkül .çder ki, sathî bir görüş onu muayyen ve maddî bir say’ın neticesi olarak telâkki ettiği şekilden, kalıptan ayırmakta mahzur görmez. Halbuki hakikat büsbütün başkadır ve şekilile muhteva dediğimiz şeyler ta mebdeinden itibaren herhangi bir ayrılığı kabul etmeyen bir tek mevcuttur. Bir fikrin, bir tasavvurun veya bir hayalin kendini yaratıcı melekeye arzetmesi her şeyden evvel onun bir nevi şekilleşmesi, yani kendine has bir kalıp sahibi olması demektir.

Bundan evvelki devre ihsas devresidir ki, tamamiyle uzvîdir ve biz farkında olmadığımız bir ameliye ile onu derinleştirerek bu neticeye vâsıl oluruz. Sanat eseri ise kendiliğinden hâsıl olan bu teşekkülün harice aksi, zihnin karanlığından güneş altına nakli olduğuna göre buraya kadar böyie bir ikilik mevcut değildir. Bilâhare terkibin vahdeti için irademiz ve say’imizle yaptığımız değişikliklere ge-' linçe (ilâveler, tarhlar vs.), bunlar muhteva derecesinde maddeye de tesir eden ameliyelerdir. Aksini kabul edebilmek için birisini olduğu gibi bırakıp diğerini değiştirmekliğimiz imkânını bulmak lâzım gelir ki, bu da kabil değildir. O hâlde beraber doğup, beraber yaşayan, en ufak bir tadilden beraberce müteessir olan ve hattâ hayatları bile birbirinin vücutları ile kaim olan böyle iki ayrı mahiyet tasavvurundan ise bunların kabil-i tefrik olmadıklarını kabul etmek daha doğru olmaz mı?

Tekniği zayıf fakat mütefekkir yahut hassas bir şâir yerine münasebetsiz bir mimari eserin bânisini alalım. Çarpık bir hendese, birbirini tutmayan motifler, eserde kaynaşmayan birtakım tezyinat vs... Ve farz edelim ki, bu ucubeyi beldeye yadigâr eden mimar, onu “edebiyet” i ifade etsin diye yapmış olsun, o kadar ki her fer’in bu ifadede kendi başına bir mânası olsun ve bu, bize anlatıldığı zaman münakaşasız kabul edilecek kadar sahih, doğru, hesaplı olsun.

Şimdi biz bu gayri muvaffak mimari eseri için ebediyet mefhumunu bir mazeret olarak telâkki edebilir miyiz? Ve meselâ bânisi için “büyük mimar, fakat ne yapalım ki kötü işçi... tekniği bozuk, yoksa fikirleri hiç de fena değil” diye kıymet biçebilir miyiz? Halbuki dememiz lâzım.

Ebediyet şiirde olduğu kadar mimarîde de itibar sahibi olan bir mefhumdur. Hattâ mimarî, devamı çok müşahhas surette ifadeye müsait malzemeden doğduğu için belki daha ziyade ona lâyıktır. Bu altından her geçeni ezen, muhteşem ve yüksek kapı, ışığın tepesinde halka halka boğulduğu bu derin kubbe, bu sert, dayanıklı malzeme, insana asırları omuzlamış hissini veren bu kalın, divkârî sütunlar, en ufak çınlayışında sesinize binlerce neslin hüsran veya neşatından toplanmış bir sesle cevap veren bu boğuk aksiseda, her şey size burada zamanı, geçmişi, geleceği hatırlatır. Uzviyetinizi zaman habsetmiştir, onunla ve ona ait düşüncelerle mahbussunuz. Hattâ şu kemerli pencereden süzülen olgun ışıkta bile devam gizlidir. Hissedersiniz ki, sizden yüz sene, iki yüz sene sonra da günün bu saatinde bu ışık, renkli camlardan böyle kayacak, duvardaki levhanın filân kıvrımını zâire yine bu kabartmada gösterecektir. Fakat bu zâir siz olmayacaksınız, tanıdığınız olmayacak ve dışarıya çıktığı zaman sizinkinden büsbütün başka bir âleme kavuşacak. Hülâsa, değişen bir âlem içinde yalnız bu bina zamanı tanımayacak, ilk taşının atıldığı günün tasavvurunu devam ettirecek. Görüyorsunuz ki, mimaride ebediyet vardır. O halde taşı hendese ile yoğurmasını bilmeyen fakat ebediyet hakkında düşünceleri bulunan bu mütefekkir bâninin eserini siz, hareket noktası olan yüksek bir fikir hürmetine muvaffak olmuş bir eser telâkki edebilir misiniz? Şüphesiz hayır... Çünkü o anda -yani bir mimarî eseri ile karşılaştığınız anda - sizin sanatkârdan istediğiniz şey, fikir ve onun azameti değildir. Siz ondan, bina denen ve muayyen malzemenin, muayyen kanun ve usullerle imtizacından doğan bir terkip istiyorsunuz. Fikir onun bânisinin kafasında bir tasavvurdu. Bu tasavvur belki bu binanın nüvesi oldu. Fakat dimağın şe’niyetinden gün ışığına bir taş ve harç yığını olarak doğduğu andan itibaren onunla olan bütün alâkası değişmiştir. Şimdi o dimağın kanunlarına değil, ait olduğu sanatın nizamlarına tâbidir. Her ilâve edilen yeni taş, her zaviye, her çıkıntı kendisine ait ihtimalleri ve ihtiyaçları beraberinde getirerek fikirden büsbütün ayrı bir şey, bina denen şeyi meydana koyar.

Bu bina, muvaffak bir eserse, bittiği zaman, bânisinin ilk hareket noktasını hatırlatabilir, fakat büsbütün başka bir şekilde veya başka bir yolda. Bir fikir silsilesi halinde değil, tekevvününü tamamlamış müşahhas bir timsal hâlinde. Aksi takdirde ancak ve ancak mübdiinin acemiliklerini sayar. 

Fikir, his, imaj, bunlar her fâniyi vakit vakit ziyaret eden lutufkâr misafirlerdir ki, çok defa bir ânın lezzeti yahut ıztırabı içinde yaşar ve ölürler. Onlarla eser arasında meşakkatli bir didişme, sanat dediğimiz nizamdan geçen ve her adımını birçok istihalelerin zarureti bekleyen uzun bir yol vardır.

Son zamanlarda vezne, kafiyeye, muntazam şekillere karşı gösterilen bir lâ-kaydî, hattâ bir nevi düşmanlık vardır ki, bunu bazı yeni sanatkârlarda mevcut müfrit bir hürriyet aşkıyle izah etmek mümkündür. Diğer sâikleri ne olursa olsun, bu aleyhtarlık bugün dünyada mevcut muhtelif yeni sanat mensuplarının birbirleriyle anlaşabildikleri yegâne noktayı teşkil etmektedir. Bunlara göre vezin, kafiye, muntazam şiir şekilleri sanatkârı tahdit eden, bir nevi esarette tutan birer zincirden başka bir şey değildir. Bu zalim boyundurukların altında sanat, bütün kudretlerini, zenginliklerini kaybetmektedir. Bir sanatkârın muntazam bir mısra dahiline sokmaya muvaffak olabileceği şey, söylemek istediği şeyin çok def’a iskeletinden ibarettir. Bu suretle fikri parçalamalarına mukabil ona verdikleri şey de sun’î ve cebri bir ahenktir. Halbuki hudutsuz bir serbesti bundan daha iyisini yapabilecektir. Hakikî ritm, derunî ritmdir ki, çok def’a mısra denen çerçevenin dahilinde boğulmaktadır. Bir cümlenin musikisi kendisiyle doğar ve o cümlenin hudutları içinde yaşar; bunu taksim veyahut herhangi bir değişikliğe uğrattınız mı, o kaybolmuş demektir. Muntazam şekle ve onun zaruretlerine karşı yapılan bü;iin bu itirazlar şüphesiz ki haklı şeylerdir. Vezin, kafiye ve şiir şekillerinin sanatkâr için daima sühûlet-bahş birer vasıta olduğunu iddia edemeyiz. Eğer şiir bilhassa içindekileri tamamen söylemek sanatr addedilecek olursa, bu surette birçok şey kaybetmiş olabilir. Ancak bütün bunları ortadan kaldırmakla elde edilecek serbesti sanattan anladığımız şeyle kabil-i telif midir? Bizim şiirden anladığımız mâna, kelimelerin terkibinden doğan ritm, ahenk vs.

vasıtalarla alelâde lisanla ifadesi kabil olmayan derunî hâletlerimizi, heyecanlarımızı, istiğraklarımızı, neş’e ve kederimizi ifade eden ve bu suretle bizde bediî alâka dediğimiz büyüyü tesis eden bir sanat olmasıdır. Zâhirî bir bakış bununla, vezin, kafiye, şekil dediğimiz kayıtların arasında hiç bir münasebet bulamaz; bunları sonradan gelme, hakikî bünye ile alâkası olmayan birtakım ilâveler, lüzumsuz kayıtlar gibi görür; fakat biraz daha yakından gören bir göz, bütün bu sonradan gelme lüzumsuz ilâvelerde şiirin nizamını, mükemmeliyet dediğimiz kıvılcımı çıkartmak için, zekânın madde ile mücadelesini temin eden esaslı unsuru bulur.

Lisan haddizatında serbest, her türlü teşekküle müsait bir maddedir. Bu seyyal maddenin içinde eczası dağınık ideali sıyırmak, onu ayıklayıp yoğurmak, kelimeyi üzerine asırların yığmış olduğu müşahhas ve mücerret bin türlü mâna yığınından yıkamak ve sanat malzemesi hâline gelinceye kadar temizlemek, mebde fikri sağlamak ve derinleştirmek ancak bu nizamla kabildir.

Güç ve nâdir kafiye, tedailerimizin seyrine mesut ve yakışır bin yol açar; vezin çıkardığı müşkülâtla bizi tesadüflerin gecesini zorlamaya mecbur eder. Şekil, Jisan denen kaosun içinde, varmamız lâzım gelen mükemmeliyetin hudutlarım çizer, dolduracağımız boşlukları gösterir.

Bütün bunları yaparken şüphesiz ki, şâiri de birtakım fedakârlıklara mecbur ederler. Fakat bunlar ibdaın zaruretleridir; bizi sanatın nizamından vazgeçilecek sebepler olamazlar.

GÖRÜŞ, nr. 1, Temmuz 1930, s. 18 - 24

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler. Daha fazlası için bizi motive ediyor.

Daha yeni Daha eski