Cemil Meriç eserlerinde Türk aydınlarından Ahmet Ağaoğlu,
Yunanistan’ a giderken iki gençle tanışıyor Miller*. Yunanlı talebeyi çok beğeniyor. Dünyadan kaybolduğunu sandığı insanca duygulara kavuşmak sevindiriyor romancıyı ve Yunanistan’ı görmeden âşık oluyor Yunanlılara. Türk talebeye gelince “Hiç hoşlanmadım ondan diyor, en kötü taraflarıyla Amerikan kafası. Hayat yokmuş Türkiye’de. Ne zaman olacak? diye sordum. Ne zaman bizde Amerika gibi, Almanya gibi olursak, dedi. Hayatı hayat yapan madde idi, makine idi, ona göre.”
Sürgüne gider gibi yurduna dönen bu bahtsız delikanlı, uzun bir zincirin son halkalarından biri. Ne Avrupalı, ne Asyalı. Ne Fransız, ne Türk. Kopmuş ve bağlanamamış.
Ağaoğlu Ahmet
Bey’i hatırlıyorum. “Babamdan Hatıralar” (Samet Ağaoğlu*, Ankara 1940) okuduğum
trajedilerin en acıklısı. Saf, iradesiz bir baba, ne istediğini bilmeyen hasta
ve garip bir anne. Kadın, kocasından habersiz, Rusça öğretecek bir Ermeni hoca
tutuyor oğluna. Ve Ahmet yalanla başlıyor hayata. Dört yılda ana dilini
sökememiştir. Leylâ ile Mecnûn’u okuyamıyor. Gülistan ile Bûstan’ı ancak
hecelemektedir. Oysa “üç ayda Rusça yazıyı söktüm” diyor… “Rus kitapları ne
kadar çekici idi. Ötekiler ise kupkuruydular. Birtakım beynimde tak tak yapan
şeyler.”
Sonra
Karabağ’da açılan Rus jimnazı. “Bahtiyarlığı tamdır.” Türk hocalarını
hatırladıkça utanç duyuyor: “mecalsiz, üst-başları perişan, miskin insanlar.”
Oysa Rus hocalar “ne kadar canlı, temiz ve muntazamdılar.” “Manevi varlığım
ikiye bölünmeye başladı. Mektepte iken başka hava, başka insanlar, başka
fikirler ve endişeler arasında yaşıyordum. Eve gelince tamamen yabancı bir
muhite giriyordum. Ve bendeki bu iki varlık, birbirine karışmaksızın, yanyana
ve dimdik yaşamakta idiler. Hâlâ da yaşamıyorlar mı?” Ne hazin itiraf!
Ölümünden birkaç yıl önce yazdığı bu satırlar, yalnız Ağaoğlu’nun değil, bütün
bir aydınlar kafilesinin dramına ışık tutuyor. Jimnazı bitiren delikanlı,
Sen-Petersburg’a gitmek üzere ayrılırken annesi gâvur kızı ile evlenmeyeceğine
dair ondan söz alıyor. Elli yıl sonra bile, o ânı hatırlarken üzgündür Ağaoğlu,
tam bir Avrupalı olamadığına üzgündür. “Ah, sevgili anneciğim” diye inliyor,
“beni bu ikiliğe, bu tezatlara, bu ıstıraplara sevkeden sensin. Ben tarihin ve
tabiatın verdiği bütünlüğü kaybedeceğim. Yarım yamalak bir şey olacağım. Ah bu
yarım yamalaklık, ne tükenmez bir dramdır!”
Eski bir dâvâ
arkadaşı, Resûlzâde, Ahmet Bey’i şöyle anlatıyor: “1894’te Fransa’daki
tahsilini bitirdikten sonra Kafkasya’ya dönen Ahmet Bey’e yurttaşları beyhûde
değil ki, Frenk Ahmet demişlerdi. Bu sıfat ona Frenk fikir ve ideallerini
yaymak hususunda gösterdiği gayret sebebiyle takılmıştı. “Ahmet Bey , Yakın
Şark’taki Avrupalılaşma hareketinin en samimi ideologudur.”
1909’da
Türkiye’ye gelen “Frenk Ahmet” çok geçmeden İttihat ve Terakki’nin tanınmış
yazarları arasındadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra onu tekrar Azerbaycan’da
görüyoruz. Azerbaycan heyet-i murahhas âzası sıfatiyle Bakû’den Pari’e gitmek
üzere iken İstanbul’da İngilizler tarafından
tutuklanarak Malta’ya sürülüyor (Resûlzâde). Malta sürgünü bu “mutaassıp
Garpçı”ya garip bir eser ilham ediyor: “Üç Medeniyet.” Türk Yurdu” gibi
milliyetçiliği bayraklaştırmış bir dergide parça parça yayımlanan eser 1928’de
kitap olarak basılıyor (Türk Ocakları Matbaası).
Dünyada üç
medeniyet vardır yazara göre. Bunlardan biri (yani Garp medeniyeti), diğer iki
medeniyeti (İslâm medeniyeti ile Budist- Brahman medeniyeti) tahakkümü altına
almıştır: “Necat ve halâsımız için Avrupa medeniyetini olduğu gibi temessül
etmekten (Avrupa’ya benzemekten) başka çare yoktur.” Peki medeniyet nedir?
“Tarz-ı hayattır” diyor Ahmet Bey, “hayatın kâffe-i tecelliyâtı, maddî – manevî
bütün şuûnudur… tefekkür ve tecessüs tarzından başlıyarak, telebbüs (giyinme)
şekline kadar hayatın bütün tecellilerini” kucaklar. “Aynı medeniyet zümresi
aynı kafa ile düşünür, aynı kalp ile hisseder, aynı manevî cihazlarla
mücehhezdir.”
Garp
medeniyeti galip, İslâm ve Budist-Brahman medeniyeti mağlup. Bunu bir kere çık
ve kat’i olarak itraf etmelidir. Mağlubiyet iki türlüdür: maddî ve manevî.
Maddî mağlubiyetimiz aşikârdır. “İslâm cemaatleri, birbiri ardından velveleli
bir tarzda sukût etmekte ve mahvolmaktadır. İslâmiyet’in son müstahkem kal’ası
olan Osmanlılık da bugünkü hâl-i perişaniye maruz kaldı.”
Manevî
mağlubiyetimiz de inkâr edilemez. Mağlubiyet nedir? “Başkasının şahsiyetini
kabul ve iradesine tâbi olmak. Gerek Müslümanlar, gerek sarı ırk,
elbiselerinden ve evlerinin teşrifatı gibi hayatın maddî tecellilerinden
başlayarak edebiyat, musiki gibi manevî hususatın en munis köşelerine kadar Avrupa modellerini
taklit etmektedirler. Hele içtimaî, siyasî, fennî, terbiyevî müesseselerde
Avrupa’nın büsbütün şakirdleridirler.” Ahmet Bey de bunu istemiyor muydu? Evet
ama, bu tâbiiyet doyurmuyor üstadı. “İslâm mensup cemaatlerin her gün mahv ve
münkarîz olduklarını görüyoruz. Japonya gibi Avrupalılaşan milletler ise günden
güne ilerliyor… Seylâp gibi, akıp gelen ve karşısında kendi nev’inden bir mânia
bulamayan Avrupa medeniyeti her şeyi süpürüp götürüyor.” “Aramızda Avrupa medeniyetinin
üstün olmadığını kabul etmeyen yok, fakat bir noktada aldananlarımız var: bu
üstünlük Avrupa medeniyetinin yalnız bazı unsurlarına, ulûm ve fünûna münhasır
değildir.”
Yani Ahmet Bey
Şark milletlerinden -daha doğrusu İslâm dünyasından- tam bir teslimiyet,
kayıtsız şartsız teslimiyet bekliyor. “Medeniyeti, idare-i maslahat usulüne
tâbi tutmak isteyerek, kadir ve kahhar bir kuvveti, Pazar mantığı ile idare
etmeye kalktık. Yüz seneden beri, çabalayıp müsbet bir neticeye vasıl
olamayışımızın sebebi hep budur…” Yaşamak için “Yalnız libasımız ve müesseselerimizle
değil, kafamız, kalbimiz, tarz-ı telâkkimiz ve zihniyetimiz itibariyle de,
Avrupa’ya uymalıyız.” Ama bunun için “şahsiyet-i milliye”mizi feda etmek lazım
gelecekmiş. Adam;şahsiyet-i milliye de nedir ki? “Acaba bir millette
değişmeyen, ebedî bir hususiyet, bir özlük var mıdır? Hayır”, diyor Ahmet Bey,
“özlükten bahsedenler mütemadiyen bunun ahlâktan, hukuktan, lisandan v.s.’den
ibaret olduğunu söylüyorlar. Fakat tarih-i milel üzerinde en sathî bir teemmül,
bütün bu anâsırın lâyetebeddel (değiştirilemez) ve ebedi olmadığını isbat eder.”
“Tarihinde
dinini en az iki defa değiştirmeyen hangi millet vardır? Türkler önce Şamanî
değil miydiler? (Şimdi de Hıristiyan olsunlar, değil mi Ahmet Bey?) “Ahlâk ve
hukuka gelince bunlar mahiyetleri itibarı ile mütehavvil ve mütebeddildirler…
Lisanın ebedîliği de umumî değildir. Bununla beraber yalnız lisandır ki,
mahiyiyeti değişmeden tekâmül edebilir. Demek ki milli şahsiyet denilen mefhum,
lisanla beraber bir milletin mevcudiyet-i maddiyesinden başka bir şey
değildir.”
Din, ahlâk,
hukuk… birer safra. Gemimizi kurtarmak için kurtulacağız onlardan. Dil’e
gelince, başka bir “milliyetçimiz”,Ahmet Bey’den kırk yıl sonra, hemşehrisinin
başlattığı teceddüd hamlelerini taçlandıracak ve bizi ilim dili olarak İngilizceyi
kabul etmeye çağıracaktır. (Zeki Velidi Togan, Hâtıralar). Ahmet Bey’e dönelim:
“İbtidaî bir ziraattan başka elimizde milli denecek bir san’atımız yok. Zekâ ve
dimağımızın saha-i cevelânı pek mahduddur. Kalbimizin darabanı pek zyıftır.”
(Yani sefaletimizden başka kaybedeceğimiz başka bir şeyimiz yok. Marx olsa
zincirlerimizden başka derdi). “Yine bereket versin ki, herkesin mütenaim
olduğu o umumî sofrada hissemize düşen kırıntılarla bir nevi idare-i maslahat
etmekle zevahiri kurtarmaya çalışıyoruz.”
Sonra nakarat:
“Medeniyet sahasında mağlubiyetimiz kat’idir ve galip medeniyeti temsil etmek
lüzûmu mübremdir.” Ahmet Bey de ihtiyar Caton* gibi her ibareyi aynı nakaratla
bitiriyor: “Delenda Carthago” (Kartaca’yı yıkalım). Yalnız Ahmet Bey’in
Kartaca’sı, düşman bir ülke değil; kendi medeniyetidir, kendi medeniyetimizdir.
Düşman esareti
altında kaleme alınan kitap, düşman medeniyetinin destanı. Galiplerin çizmesini
yalayan bir “milliyetçilik.” Ahmet Bey tanımadığı Osmanlı tarihinin ve ölünceye
kadar öğrenemediği Türk edebiyatının hasm-ı bîamanıdır. Şöyle diyor:
“Mekteplerimizde umumî edebiyat derslerinde Yunan, Roma ve Avrupa akvamının
kahramanlık devirlerine ait edebî eserleri hususi bir itina ile tedris
etmeliyiz.” “Asırlardan beri Osamanlı hükümeti, faziletin düşmanı olmuştur.
Hükümdarlar ve hükûmet adamları adeta faziletten, bilhassa medeni faziletten tevahhuş
edegelmişlerdir. Onun menbaını kurutmak için ne yapmak lazımsa yapmışlardır.
Sıdk-u sadakate, cesaret-i medeniyeye, hakka ve hakperestliğe karşı, mütemadi
bir harp ilan etmişlerdir.”
Deli Petro’yu
“âlî fikir” ve “âlî himmet” bir dahî olarak takdim eden yazar, ahlâkımızı ve
edebiyatımızı da yerin dibine batırıyor. “Hâkimiyet-i Milliye” başmuharririnin
en çok sevdiği müellifler “Lenin’i hazırlayan” Rus yazarlarıdır. Kendisini
dinleyelim: “Bana ilk evvel Kafkasya’yı sevdiren, Kafkasya’nın güzelliklerini
anlatan Lermontov’la Puşkin’in tasvirleridir. Ve keza Kafkasya köylüsüne, onun
saf ve temiz hayatına karşı ilk hissi merbutiyeti yine bu muharrirlerin eserleri
uyandırmıştır. Vatn muhabbeti, vatan aşkı işte böyle doğar, böyle kesb-i kuvvet
eder.”
“Üç Medeniyet”
serlevhalı bu insafsız ithamnamede Türk-İslâm medeniyetine ait her değer
kötülenir. Bayramların sayısı azdır, kabahat. Sâdi’yi okuruz, günah. Ve üstat
bizi utançtan öldürmek için Sâdi’nin ahlakını “Kanunların Ruhu” ve “İçtimai
Mukavele” ile mukayeseye kalkar. Hatta Marx’ın tarihi maddeciliğini bile
sahneye çıkarır. Ne var ki, hukuk-u esasiye müderrisi Şiraz’lı şairle,
Montesquieu veya Rousseau arasında nasıl bir münasebet bulunacağını katiyen
söyleyemez.
Aydınlarımız
bu “haydarâne” hücumlar karşısında kahramanlıklarını “hakîmâne” bir sükutla
ispat ederler. Ancak Serbest Fırka komedyasından sonra, dilleri çözülür. Celal
Nuri Bey “Üç Medeniyet” yazarını Rus’lukla itham eder. “Üç Medeniyet” yazarı,
Celal Nuri Bey’in Rum olduğunu ispata kalkar… Zavallı Agayef, zavallı Türk
milliyetçiliği.
Miller: (1891-1980). Amerikalı romancı.
Samet Ağaoğlu: (1909-1982). Yazar ve politikacı. Ahmet
Ağaoğlu’nun oğlu.
Caton: (İ.Ö. 232-149). Meşhur
Romalı devlet adamı. Kartaca’yı Roma’nın rakibi olarak görüyordu. Senato’daki
her nutkunu aynı cümle ile bitirirdi: “… ve ayrıca şuna kaniim ki, Kartaca
mutlaka imha edilmeli. (Delenda Carthaga).