ABDULLAH CEVDET
Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı. Bu bahtsız kafilenin, bayrağını taşıyacağı içtimaî bir sınıf yok. Vatanında gariptir. Alkışlayıcısı: ekalliyetler ve Avrupa.
Abdullah Cevdet, yeni bir vatan arayan bu ıstırap kervanının en samimi temsilcisi. Paris’e giderken bir yangından kaçtığını sanıyordu, genç doktor. Hürriyete ve irfana susuzdu. Tek düşmanı vardı: istibdat. “İhtiyarî menfa”sına ayak basar basmaz milletler arası maceracılar aldı etrafını. Ne istiyorlardı? Devlet-i Âliyye’yi parçalamak. Hayalperest şair, padişaha savaş açan bir gazetenin başyazarı oldu: “Osmanlı”. Ama halka yayılamadı gazete. Halk halifeye bağlıydı. Abdullah Cevdet anladı ki: önce Osmanlının kafasını değiştirmek lâzım, kafasını ve kalbini. Bir evvelki neslin hayalleri gerçeklememişti, gerçekleşemezdi de. Kültür dâvâsı halledilemeden siyasetle uğraşmak abesti. Zoraki politikacıyı içine düştüğü çıkmazdan bir dostu kurtardı: Ebüzziya Tevfik. Filhakika, Jön Türklerin bu kıdemli mücahidi, velinimeti ikinci Abdülhamid’e takdim ettiği bir arîzada, genç doktoru şöyle müdafaa ediyoru: “Jön Fesede (fesede, fasidin çoğulu, fesatçı. Ebüzziya, efendisi Abdülhamit Han’a hulûs çakmak için Jön Türk yerine kullanıyor jön fesedeyi) namında el-yevm İsviçre’de bulunan hey’et-i neşriyenin başına geçmiş olan Doktor Cevdet söz anlar bir adamdır. Bunun neşriyât-ı küstahânesi hiç şüphe etmem ki yeis sebebiyledir. Bu adama söz dinletebileceğimi ve yâver-i teveccüh-ü şâhâneleriyle böyle neşriyât-ı sakîmeye hâ time çektirebileceğimi ümid ederim.”
Abdullah
Cevdet tecrübeli dostunun ümitlerini yalancı çıkarmayacaktı. 30 Nisan 1900’de
kaleme aldığı bir istirhamnamede şunları okuyoruz: “Şevketlü, kudretlü
velinimetimiz padişah-ı islâmpenâh hazretleri… İhsan buyrulan yüz elli lirayı
bâ-kemâl-i ihtiram ve mubâhât aldım.” V.s.
Daha sonra
“Sefâret-i seniye sertabibi” Abdullah Cevdet bir başka tezkeresinde, “Hazreti
zillullah-ı fil âlem” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) olarak vasıflandırdığı
padişahtan “terakkisi olmayan sertabiplikten” alınarak Avusturya sefaretine
ikinci kâtip tayin edilmesini rica ediyordu.
Bu dehâlet bir
ihanet miydi? Hayır. Kendisini dinleyelim: “Anlamıştım ki, okuyucuları yüz
adedi geçmeyen bir gazetede, kuru sözlerle, kuru kafalara âb u tâb verilemez. O
kadar güzide siyasi mahkûmların tahliyesine ve bir derceye kadar terfîhine
muvaffak da olunca, hükûmet-i seniyenin bir memuriyet kabulü hakkındaki
teklifini reddedemedim.” Hakikaten dürüst bir fikir adamı, bir avuç
maceraperestin karanlık ve şüpheli emellerini nihayetinde destekleyemezdi.
Kahramanlık hatada ısrar etmemektir. “İçtihad” –bir parça da bu yumuşak
başlılığın eseri.
1902’te
kurulan derginin tek hedefi, Türk okuyucusuna tanıtmaktı. “Bir ikinci medeniyet
yoktu” doktora göre; “Medeniyet Avrupa medeniyetidir”, diyordu…”bunu gülü ile
dikeni ile isticlâs etmek mecburiyetindeyiz.” “İktibas etmek manasız, kopya
etmek sathi ve tehlikeli” idi. Tek çözüm yolu vardı: Türkiye’yi medeni
Avrupa’nın bir parçası yapmak. Batılılaşmak Batı fikriyatını hazmetmekti.
Dergisinin adı da gösteriyordu ki, doktor İslamiyet’ten uzaklaşmak niyetinde
değildir: “Samimi emelimiz, gerek iç gerek dış boyunduruklardan kurtulmuş,
vatandaşalarının hepsi birlik halinde ve kardeş oldukları, ırk ve din
farklarının yok edildiği bir Türki görmek. En az tenevvür etmiş olan unsur
Müslüman unsurudur.”… “Uzun tecrübeler sonunda gördüm ki, ışık Hıristiyan
dünyasından gelirse Müslüman ruhu ona büsbütün kapıları kapayacaktır. Biz ki,
Müslüman damarlarına yeni bir kan akıtmak vazifesini alıyoruz, ilerici
prensipleri bizzat İslâm müesseselerinde aramalıyız.” Bir kelimeyle İslâmiyeti
Batılılaştırmak istiyordu, doktor.
Doğu’yu Batı
ile zenginleştirecektik, ama Doğu’nun büyük değerlerini tanıdıktan sonra. Bütün
şaheserleri okuyacaktı halk, kalbi de, kafası da genişleyecekti. İhtilaller
fâniydiler, kanla kaz<anılan zaferler kanla silinirdi. Türler İslâm âleminde
irfan öncüsü olmalıydılar; “Türkiye Hükûmeti, umum Müslüman hükümetlerinin en
kuvvetlisi ve nisbeten en müterakkisidir. Müslümanlar Türkçe’yi öğrenmelidirler
ki… terakkiyât-ı maddiye (maddi yükselme, ilerleme) ve maneviyelerinde müstefik
ve mütefeyyiz olabilsinler.” “Müslümanlar terakkiyât-ı medeniyeyi ancak
Müslüman bir menbadan istinbat* ve kabül
ederler.”
Ne şairane, ne
muhteşem bir ütopya.
Filhakika
Cevdet, ne bir sosyologdur, ne bir siyaset felsefecisi. O hassas şair,
cihanşümûl bir tecessüs (araştırmak), yani bir düşünce Don Juan’ı idi. Kimleri
tatmadı ve tanımadı ki… Her mâbede uğradı, bütün resûllere sordu yolunu. Zaman
zaman mezarların yakamozunu hakiki nur sanması mukadderdi. Augias’ın ahırını*
temizleyim derken, mâbedin duvarlarını yıktı.
O çilekeş
aydının fikri dünyası bir tezatlar mahşeridir. Akl-ı Selim* mütecimi çok defa
kalbiyle düşünür ve kafasıyla hisseder. Bir yandan Goethe okutarak içtimaî
bünyeyi değiştirmek ümidi, bir yandan ırkların önceden çizilmiş bir kaderi
olduğuna inanan Le Bon’a sarılış. Ama tezat tabiatın kanunu değil mi? Cevdet, o
tedirgin zekâ, aradığı büyük ve müebbed vatanı irfanda buldu. Bulabildi mi
acaba? (BU ÜLKE, S.139-140-141-142)
Le Bon’perest Abdullah Cevdet
Vatanında
pek az tanınan Le Bon, Osmanlı ülkesinde yaman bir mürit bulur, Abdullah
Cevdet. Bu âşinalığın uzun bir mazisi var. Paris’te “Osmanlı” gazetesinin yazı
işlerini deruhte eden genç politikacı halk ruhiyatının yabancısıdır.
Büchner’den* Le Bon’a yani fizyolojiden sosyolojiye atlar. Ve “bir kavmin
tabib-i içtimaîsi olmak isteyenlere uzviyet-i akvâmın teşrihini,
fizyolocyasını” göstermek için “Les Lois Psychologiques de l’Evolution des
Peuples”ü tercümeye koyulur. Zira bu kitaptaki “nüsus ve kavanın-i içtimaîyeye
muttali olmaksızın ıslah-ı mülk ü millete” kalkışmak “teşrih ve fizyolocya
bilmeksizin tabiplik davasında bulunmak kadar abes ve tıflânedir.
Genç
doktorun Le Bon hayranlığı, ana yurtta da devam eder. Abdullah Cevdet, “O
zekâ-i feyyaz”ın Türkiye büyük elçisidir sanki. “Yığın psikolojisi” mi
çevrilmiş? Nevzuhur mütercimlere yıldırımlar yağdırır ve kolları sıvayıp
kazandırır Türkçeye.
Zavallı
Abdullah Cevdet! Paris’e her gidişinde o “büyük ve İslâm’ın muhibbi hakîm”in
ikametgâhını tavaf edermiş. “Akl-ı Selim” mütercimini ateizmin bayraktarı
olarak tanıyanlar “İslâm’ın muhibbi” tabirini tuhaf bulacaklardır. Acele
etmesinler; bu “reaksiyoner, sosyalizm ve cumhuriyet aleyhtarı, fakat
hür-endîş” fikir adamı (!) “medeniyetler, yalnız yeni bir din halini alan
sosyalizm ve komünizme değil, İslâmiyet’e karşı da savaş açmak zorundadırlar”
diyecek kadar “İslâmiyet muhibbi”, Lozan’da Türklere fazla mülâyim davranan
İtilâf Devletlerini kınayacak kadar da Türk dostudur! Ah bu intelijansiyamızın
gafleti… (BU ÜLKE, S.160-161)
Abdullah
Cevdet’in şahsiyeti…
Abdullah
Cevdet’in inamış olduğuna kainim. Mü’mindi. Müslüman ile mü’min arasında fark
var var. Her devirde düşünenle düşünmeyen arasında bir çatışma oluyor ve
düşünmeyenler kalabalık oldukları için kazanıyorlar. Abdullah Cevdet, arayan
bir adamdı. Dozy’ nin kitabını (İslam Tarihi) çevirdi. Düşünün, islamiyet’le
yaşamışız ama bir İslam tarihi yazmamışız. Abdullah Cevdet bu kitabı Türkçe’ye
çevirirken meseleyi bizden daha iyi biliyordu. Bu kitap 2.Meşrutiyet’te bir
fikir akımı meydana getirdi. Buna karşı çıktılar; bu hataydı. Çünkü İslamiyet,
tartışmadan çekinmez. Abdullah Cevdet de bu kanaatte olduğu için aydınların bu
kitaptaki hataları tartışacağını düşündü. Bu kitap bir hata değil, bir sevaptı.
Dozy bir nevi program verdi; hangi meseleler tatışılmalıdır: bunu gösterdi. İslamiyet’in
akıl demek olduğunu biliyordu. Akıl karşısında müdafaa edilmeyen har şeyin
düşüceğini biliyordu. Nitekim bu, İslamiyet’te prensiptir. Nasslar akılla
çatıştığında muhakeme edilir, gerçek ortaya çıkar. İslami nasslar da akla uymak
zorundadır. (BULUTLARI DELEN KARTAL, S.94) Abdullah Cevdet samimidir.
İslamiyet’in büyüklüğüne inanmıştır. Düşünce daima rahatsız edicidir. Herkes
düşünmek zorunda değildir. Abdullah Cevdet’in birçok fikirleri kötüye çekildi.
Devrinde polemik yapanlar, Abdullah Cevdet’i kötülemiş olabilirler ama daha
insaflı davranmak gerekir. Hakkında adi bir doktora tezi (Şükrü Hanioğlu’nun
Abdullah Cevdet ve Zamanı adlı tezinden bahsediyor, İstanbul, 1982) yapıldı.
Yazar Abdullah Cevdet’in yazılarını okuyacak kadar (bile) Osmanlıca bilmiyor.
Polis raporlarına göre tez hazırlamış. İslam karşıtları kendilerine Abdullah
Cevdet’i müttefik (olarak) kullanıyor: bayraklaştırılıyor… Çok garip…
Bugünküler tamamen tersine,
“İslamiyet’i kullanıyordu” diyorlar. Ne için kullandığını söylemiyorlar. Şu
veya bu şekilde imanı müdafaa etmiş bir insanı eleştirmek yanlış bir
davranıştır. Bilakis uzak yakın, imanı müdafaa eden har insan bizim
dostumuzdur. A. Cevdet dürüst, inanmış biridir. Hiç kimse “heykel-i hamiyet”
değildir, ama devrine göre en iyidir. Hakikati gören ve gösteren herkesi sevgi
ile kucaklamak gerekir. (BULUTLARI DELEN KARTAL, S.95)
Abdullah Cevdet… Tabii herkesin
bir parça sübjektif tarafları vardır. Bir yerde çok faydalandım Abdullah
Cevdet’ten. Çok güzeldir Dil Best-i Mevlana’sı. Gazali’nin(?) “Gazeliyatı”nı
ondan okudum. Çok geniş tecessüslü olan mustarip ve yalnız bir adamdı. Mülhid
değildir, zındık değildir. (BULUTLARI DELEN KARTAL, S. 214)
İstinbat: Bir
meseleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.
Augias’ın ahırı: Augias adlı bir hükümdar varmış. bir de asırlardır
temizlenmeyen ahırı. Rivayet ederler ki, Herakles, bu necaset deryasını
temizlemeğe talip olmuş, hizmetine karşılık ahırdaki üç yüz sığırın otuzunu
alacakmış. Anlaşmışlar. Herakles, Fırat nehrinin yatağını değiştirerek
temizlemiş ahırı. Ama Augias sözünden caymış, sığırları vermemiş. Kahramanımız
da kellesini koparmış herifin. Augias’ın ahırı diye asırlardır su yüzü görmemiş
pislik deryası yerlere denir. Burada olduğu gibi tabir mecâzen kullanılır.
Akl-ı Selim: 18. Asrın maddeci filozofu d’Holbach’ın Hıristiyanlığı
yeren meşhur kitabı. Abdullah Cevdet yanlışlıkla papaz Meslier’ye atfedilen bu
eseri yobazlıkla savaşmak için (?) Türkçeye çevirir. MEB. yanlışlığı
düzeltmeden ve çok lüzumlu bir kitapmış gibi yeni harflerle tekrar basar Akl-ı
Selim’i.
Büchner: (Ludwig) (1824-1899).
Maddeci Alman filozofu. Bahâ Tevfik ile Ahmet Nebil’in dilimize çevirdikleri
“Madde ve Kuvvet” (1855) nesillerin imanını tahrip eden meşum bir kitabıdır.
Abdullah Cevdet de hayranlarındandı.
(BU ÜLKE, S. 139-160)