Akif Paşa ve torunu için yazdığı mersiye üzerine bir değerlendirme - Cafer Gariper

AKİF PAŞA VE TORUNU İÇİN YAZDIĞI MERSİYE ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME


Özet

XIX. yüzyıl klâsik sanatkârlarından Âkif Paşa, Adem Kasidesi ve Mersiye ile yenilik yapan bir şair olarak değerlendirilmiştir. Onun bu yazımızda üzerinde durduğumuz Mersiye’sinde ölümü ele alış şekli araştırmacdarca Türk edebiyatı için bir yenilik sayılmıştır. Oysa Âkif Paşa’dan beş yüzyıl kadar önce Yunus Emre ölüm temini benzer şekilde ele almıştır. Âkif Paşa’nın ölüm teminde yaptığı yenilik, ancak dönemiyle sınırlı tutulduğunda anlam kazanır.

Bu çalışmada düz yazıları ve iki şiiri ile edebiyat dünyasında dikkatleri çeken XIX. yüzyıl sanatkârlarından Âkif Paşa (1787-1845)’nın edebî kişiliği ve Türk edebiyatının yenileşmesi yolunda adından çokça söz edilen Adem Kasidesi üzerinde kısaca durulduktan sonra torununun ölümü üzerine yazmış olduğu Mersiye'nin Türk şiir geleneği içerisindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır. Edebiyat araştırmacılarının, kendisinden sonra gelen yenilikçi sanatkârlar üzerinde yaptığı etkiyle ölüm teminin Türk şiir geleneği içerisindeki gelişim çizgisinde belirli bir paya sahip olduğunu ve yenilik getirdiğini ifade ettikleri bu Mersiye, metinlerarasıhk çerçevesinde Yunus Emre (1240?- 1320)’nin şiir dünyası ile karşılaştırmalı olarak tartışmaya açılacaktır. Yunus Emre’nin yanında ölüm temine bağlı olarak Ahmed-i Yesevî, Şeyyad Hamza ve Âşık Yunus’un şiirleriyle de metinlerarası ilişkiler çerçevesinde ilgi kurulacaktır. Böylece edebiyat tarihçileri ve araştırmacılar tarafından zaman zaman ele alman yahut bir vesileyle sözü edilen bu Mersiye'nin Türk şiir geleneği içerisindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır.

Klâsik Türk edebiyatı vadisinde eser kaleme alan Âkif Paşa, Tanzimat senelerinde daha çok Tabsıra adlı nesir kitabıyla ve mektuplarıyla tanınan yazar, şair ve siyaset adamı olmuştur. Hırslı yaratılışı, çalışkanlığı ve gayretiyle hariciye ve dahiliye nazırlıklarına kadar yükselmiş, fakat, siyasî rekabet ve talihsizlikler yüzünden çeşitli azil ve sürgünleri yaşamak zorunda kalmıştır. Âkif Paşa, sürgün yıllarında çok ıstırap çekmiş, yalnızlığa düşmüştür. Yakınlarına yazdığı mektuplarda sık sık yalnızlıktan şikâyet eden şair, kaynakların verdiği bilgiye göre Bursa’da iken intiharı bile düşünmüştür. Dönemi içerisinde başarılı bir siyaset adamı olarak görülen Âkif Paşa, bazı araştırmacılar tarafından “oldukça kabiliyetli, hoş ve müşfik bir mizaca sahip ve doğru olduğuna inandığı şeye sonuna kadar sadık kalan bir şahsiyet" (Gibb 1999: 489), “sâkin ve ağırbaşlı (...) etken ve bilgili" kişiliğe sahip biri (Koloğlu 1986: 8) olarak değerlendirilirken bazı araştırmacılarca da ihtiraslı, kindar, ik- balperest, huysuz ve kavgacı biri olarak nitelendirilir (Tanpınar 1982: 93, Kaplan 1978: 21, Uçman 1989: 261).

Onun Adem Kasidesi’ne dikkatle bakılırsa bu şiirin kendisiyle didişmekten zevk alan bir mizacın ürünü olduğu görülür. Sanatının genel görünüşü itibarıyla yaratıcı sanatkâr kabiliyetine sahip olduğu pek iddia edilemeyecek olan Âkif Paşa’nın belki de Adem Kasidesi ile Mersiye'sinin dikkatleri üzerinde toplamasının temelinde yatan sebep, bu iki şiirinde daha ziyade bir mizacın insanı olarak konuşmasıdır. Denebilir ki, bu iki şiiriyle Âkif Paşa’nın sanatı yaşanan hayatın arızalarının yarattığı çatışmanın üzerine mizacın eklendiği alanda varlık kazanır. Klâsik edebiyatta geleneğin belirlediği teşrifat üslûbunun (Akün 1994: 421) dışında kendi sesini bulduğu zaman bütünüyle bir mizacın içinden konuşmasıyla bize bir buhranı yaşayan ve ıstırap çeken hakiki insanı verir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “ancak sıkıntı ve ıztırap anlarında şair olan Âkif Paşa" (Tanpınar 1982: 93) tespiti bu manada tam yerindedir. Zira, “Nedim müstesna, Âkif Paşa edebiyatımızda bir mizacı bütün Ucalarıyla konuşturan adamdır." (Tanpınar 1982: 94). Hiç de sanat dehasıyla dünyaya geldiği söylenemeyecek olan Akif Paşa’yı, bir mizacın insanı olarak konuştuğu bu iki şiiri, yeni nesiller üzerindeki tesiriyle yaşadığı çağı aşarak gelecek zamanın şairi yapar.

Türk edebiyatının yenileşmesi problemi çerçevesinde Âkif Paşa’nın edebî kişiliği ve eserleri üzerinde durulmuştur. Nâmık Kemal (Âkif Paşa 1305: 7, Yetiş 1989: 122), Ebuzziya Tevfik (Ebuzziya Tevfık 1308: 107-108), Şemsettin Sâmi (Şemsettin Sâmi 1996: 3048), Muallim Nâci (Muallim Nâci 1308: 205, aml 1995: 304), E. J. W. Gibb (Gibb 1999: 489) ve Arthur Alric (Tanpınar 1941: 245) gibi bazı edebiyat adamları ve araştırmacılar tarafından daha çok düzyazılarıyla yeni edebiyat anlayışının kurucucularından biri olarak gösterilen Âkif Paşa; Süleyman Nazif (Süleyman Nazif 1926: 1568-1569), İbnülemin Mahmut Kemal İnal (İnal 1988: 86-87), M. Fuad Köprülü (Köprülü 1989: 299), A. H. Tanpınar (Tanpınar 1941: 245-246), İsmail Habib [Se- vük] (Sevük 1943: 6), Mehmet Kaplan (Kaplan 1978: 20), M. Kaya Bilgegil (Ölmez 1997: 53-69), Abdullah Uçman (Uçman 1989: 261-262), Şerif Aktaş (Aktaş 1996: 31) ve Ali İhsan Kolcu (Kolcu 2002: 17-36) gibi bazı araştırma- cılarca da klâsik Türk edebiyatının içerisinde eski zihniyetin devamı olarak değerlendirilir ve eski zihniyetin içinde yaptığı yeniliğe dikkat çekilir. M. Kayahan Özgül ise onu “Eskinin Yenileri" arasında sayar (Özgül 2000: 103105). Adem Kasidesi ile Goethe’nin Genç Werther’in Istırapları romanı üzerinde karşılaştırma yapan Yavuz Demir de kasidenin devri içindeki yeniliği üzerinde durur (Demir 1992: 25-27). Âkif Paşa’nın batı dili bilmediğini, batıya her konuda yabancı olduğunu ifade eden Gibb, onun hem resmî dili, hem de o zamanların revaçta olan edebî üslûbunu karıştırarak vücuda getirdiği düzyazı ile eski yazış tarzını değiştirdiğini ve düzyazıda bir ihtilâl yaptığını söyler (Gibb 1999: 489-490, Tanpınar 1941: 245, aml 1992: 193). Âkif Paşa’yı “tamamen yeninin içinde düşünmek bu çizgiyi zorlamak demek olur" (Kavaz 2002: 58) diyen ve “bizim edebiyatımızda gerçek anlamda yenilik, batıdaki örnek ve türlerle karşılaştıktan sonra ortaya çıkmıştır" kanaatini taşıyan İbrahim Kavaz, onun, dilin edebî türleri ifade edebilecek gelişmeyi kendi içinde sağlaması yolundaki katkısı üzerinde durur (Kavaz 2002: 62). Âkif Paşa’yı, “edebî türlerin ortaya çıkmasında değil, edebî dilin Türkçeleşmesinde yeniliğin yol açıcısı olarak" görür (Kavaz 2002: 68).

Âkif Paşa, her ne kadar eski zihniyeti ve hayat anlayışını sürdürüşü ile klâsik Türk edebiyatı içerisinde değerlendirilmeye müsait eserler vermişse de, İbrahim Şinasî’nin batı kaynaklı çabalarıyla başlayan yenileşme hareketinden daha önce sade bir nesre doğru giden diliyle, Adem Kasidesi ve küçük yaşta ölen torunu için söylediği Mersiye ile yeninin kapısını aralar. Daha yerinde ve doğru bir söyleyişle, bilhassa yukarıda söz konusu edilen mizacın insanını veren bu iki şiiriyle, klâsik zihniyetin ve estetiğin dışına düşer. Her ne kadar bir iki şiirinde şahsî oluşun ve ferdin ifadesini arayan söyleyişe yönelir gibi görünürse de genel karakteri itibariyle klâsik edebiyatın çemberinin dışına pek çıkamaz. “O, ondokuzuncu asır başının hayatında, fikrî itiyatlarında, dilinde sarsılmış, değerlere bağlılık ve güveninde eski cemiyetin kesin standartlarından huzursuz bir ferdiyete giden insandır. Bu itibarla Keçecizâ- de’nin, Vâsıf’ın ve onlardan evvel gelenlerin birçoğunun eserlerinde hafif belirtiler halinde görünen bir yığın şey, Paşa ’da bir nevi sarahat kazanır, demek hiç hatalı olmaz.” (Tanpınar 1982: 94) Şair, diğer eserleri arasında hacim olarak küçük kalan “ ‘Tabsıra’sı, bazı hususî mektupları, ‘Adem Kasidesi’ ve bilhassa torunu için yazdığı o küçük mersiye ile, herhangi bir yabancı tesire mâruz kalmaksızın, sadece hayatının ârızalarıyla yeni denilebilecek bir ede-biyatın nümunesini vermiştir.” (Tanpınar 1982: 94).

Akif Paşa’nın Adem Kasidesi’nde “içinde yaşanılan dünya ve varlığa karşı nefret duygusu kuvvetli bir şekilde işlenmiştir. Cennet, cehennem, hatta mutasavvıfların özlediği elest meclisine dönüş ve Tanrı ’nın varlığında yok olma (fena), böylece ebediyete ulaşmanın (bekâbillâh) zıddı olan ‘adem’kavramına methiye, İslâmî gelenek içinde oldukça yabancı bir düşüncenin tezahürüdür.” (Uçman 1989: 262) Muhtevadaki gelenekten bu ayrılışa karşılık diğer yandan şiirin iç düzenlenişinde, dil ve “kafiyenin gelişi güzeline tâbi olan hayalleri ile, tamamiyle eski tarzın mahsulüdür.” (Tanpınar 1941: 246). Akif Paşa, metafizik karakterli eseri Adem Kasidesi’nde varlığın karşısına koyduğu yokluğun yarattığı paradoksun içinden kurduğu çatışmaya bağlı olarak dramatik insanın çelişkilerini vermesiyle, varlığa karşı yokluğu yüceltmesiyle, huzursuz insanın bunalımını eserinin geniş kadrosu içerisinde çeşitli cepheleriyle sergilemesiyle Türk şiirine yeni bir tema getirir, yahut daha önce de yer yer üzerinde durulan temanın kadrosunu genişletir. Kötümser ruh hâli, buna bağlı olarak metafizik buhranı, başta Ziya Paşa ile Abdülhak Hâmit olmak üzere, sonraki nesiller üzerinde etkisini gösterecektir. “Servet-i Fünûn şiirinin bedbinliğine varıncaya kadar az çok Akif Paşa’dan gelen bir şeyler vardır.” (Tanpınar 1982: 100). Hatta şairin bu kasidedeki pesimist ruh hâliyle Mehmet Âkif’e de etki etmiş olabileceği düşünülebilir (Uçman 1989: 261).

Âkif Paşa’nın, Adem Kasidesi’nden sonra dikkat çeken diğer şiiri Mersiyesidir. Şair, sade ve samimi bir dille ve hece vezniyle torununun ölümü üzerine yazdığı bu koşma tarzındaki Mersiye ’de ölüm olgusunu ve fikrini klâ sik anlayıştan farklı bir şekilde ele alır. Bu noktada A. H. Tanpınar’m Mersiye hakkındaki “Bu artık ne eski mersiye, ne tarih düşürme sanatının doğurduğu manzumelerin muvazaalı dünyasıdır, hatta ne de halk ağıtıdır. Küçük şeklinde ve nispeten durulmuş dilinde insanın tâ kendisini arayan yeni şiirdir.” (Tanpınar 1982: 98) değerlendirmesine büyük ölçüde katılmakla birlikte, halk şiirindeki ağıtın ölüm hâdisesini zaman zaman kendi realitesinde bütün çıplaklığıyla sergileyebildiğin! ve insanla bağ kurabildiğini de gözden uzak tutmamak gerekir.

Şair, bu Mersiye ile klâsik anlayışın ölüm sonrasını pek sorgulamayan tavrının dışına çıkarak, torununun küçük yaşta ölümünün ruhunda yarattığı derin ıstırabın tesiriyle ölümü ve ölüm sonrasını sorgulamaya girişir. Yer yer mezarlık âleminin içine eğilerek realist bir bakışla orada gördüklerini şiirin dünyasına taşır. Devrinin klâsik sanatkârları üzerinde açık tesiri belirmeyen bu manzumenin, Adem Kasidesi'nde de görüldüğü gibi, İbrahim Şinasî’den sonra gelen nesiller üzerinde etkisi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. A. H. Tanpı- nar, Edhem Pertev Paşa’nın ‘Tıfl-ı nâim’ tercümesinden evvel çocuk ve çocuk sevgisi temlerinin edebiyatımızda” bu şiirle başladığını ifade eder (Tanpınar 1982: 100). Yenileşme döneminde bilhassa Recaizâde Mahmut Ekrem ile Abdülhak Hâmit’te bu Mersiye'nm tesirleri kendini gösterecektir. Bununla birlikte Akif Paşa’nın Mersiye ’sinin fonksiyonu, Tanzimat sonrası yenilikçi sanatkârları üzerinde ölüm teminde yaptığı etkiyle kalmaz. Bu şiiriyle şair, diğer yandan Cumhuriyet dönemi sanatkârlarının, doğrudan Mersiye'ye, bağlayamazsak bile, üzerinde ısrarla duracağı ölüm sonrasının da kadrosunu bir ta-rafıyla vermiş gibidir. Unutmayalım ki, metafizik derinlik kazanmayan, mezarlık âlemiyle ve bilhassa insan bedeni üzerinde duruşuyla sınırlı kalan bu şiir, devrinden çok sonra yeni yeni açılımlara imkân hazırlar yahut hiç değilse metinlerarası bağ kurabileceğimiz kadronun bir yanını verir görünmektedir.

Klâsik Türk edebiyatında mersiyelerle, halk edebiyatında ağıtlarla önemli bir yer tutan ölüm, İslâm medeniyeti dairesinde ruhun bedenden ayrılması olarak değerlendirilir (Demirci 1987: 94). Asıl itibariyle kuvvetli ve köklü bir öte dünya inancı getiren İslâm dininin potasında yeni bir anlayış kazanan ölüm, korkunç olmaktan uzaklaşır. Zira, İslâmiyet ölümü karanlıkta ve bilinmezlikte bırakmamış, onu belirli bir vuzuha kavuşturmuştur. Her şeyden önce ölüm, mutlak bir son ve yok oluş değildir. Ölüm, bir başka âleme açılan kapıdır. Yunus Emre bunu, aynı zamanda Türk insanının, ölüme bakış açısını da gösteren şu mısralarla özlü ve güzel bir şekilde dile getirir:

Ko ölmek endişesin âşık ölmez bâkîdür Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür

Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın

(Yunus Emre 1997a: 80)

 

Denebilir ki, bu mısralarda ifadesini bulan ebediyet duygusu ve düşüncesi, ruhun ölümsüzlüğü fikri, İslâm medeniyeti içerisinde şekillenen Türk edebiyatının ana karakteristiklerinden birini kurar. Bir yönüyle hayatta ve onun yansıması olarak edebiyatta hazin görünen ölüm, diğer yanıyla insanı bütün benliğiyle kavrayan munis bir gerçeklik olur. Zira, İslâm medeniyeti dairesi içerisinde şekillenen anlayışa göre insanın asıl varlığını teşkil eden ruhtur ve ruh da ölümsüzdür. İnsanın sadece maddî tarafı, yani bedeni ölümlüdür. Ruh, bedendeki misafirliğini doldurarak bir istihâle geçirir, sonra ebedî âleme doğru yol alır. Bu inanış Yunus Emre’nin,

 

Ölürise ten ölür cânlar ölesi degül

(Yunus Emre 1997a: 220)

 

mısraında ifadesini bulur. Klâsik şiirin tasavvufî cephesinde ise huzuru ve gerçek kurtuluşu ölümde bulan şair, bunu bir korku unsuru ve ıstırap kaynağı değil, Mevlânâ’da gördüğümüz şekliyle, “şeb-i arus” (düğün gecesi, sevgiliye kavuşma ânı) olarak değerlendirir. O, ölüm hâdisesinin oluş sebebini ve mâhiyetini uzun uzadıya araştırma ihtiyacı duymaz. Zira, insan bilinmeyeni araştırır. Oysa sağlam bir inanç sistemine bağlı olan klâsik şair için ölüm, bilinmezlerle dolu başka bir âlem olmaktan uzaktır.

Klâsik Türk şiirinde mersiyeler, halk şiirinde ise ağıtlar ölüm hâdisesi ve kavramından daha çok ölen kişinin şahsî husûsiyetleri etrafında teşekkül eder. Ölen kişinin iyilikleri, güzel yanları bir bir sayılır; genç ise erken ölümünden dolayı duyulan üzüntü dile getirilir. “Mersiyelere bu açıdan bakılacak olursa genelde dünyanın geçiciliği, gaddarlığı ve zalimliği, feleğe sitem, yas, övgü, olayın tasviri ve dua, temenni olmak üzere başlıca beş bölümden meydana geldiği görülecektir. Şair ilk bende (veya beytlerden meydana geliyorsa şiirin giriş kısmında) şiirine bu dünyanın geçici olduğunu, bu güzelliklere kanmamak gerektiğini ve kâinatın aslında ne kadar zalim olduğunu vurgulayarak başlar. Daha sonraki bendler kahramanın övgüsünü ve bu arada böylesine değerli bir kişinin kaybından doğan üzüntüyü dile getirir. Bu bölüm bazen yasa çevrenin, tabiatın da katılmasıyla daha farklı bir hal alır. Adeta kahramanın ölümüne bütün âlem ağlamaktadır. Ardından da böylesine değerli veya genç bir kişiye kıymış olmasından dolayı feleğe sitemler edilir. Mersiyelerin son bölümü pek az istisna dışında daima dua ve temenni bölümlerinden meydana gelmiştir.” (İsen 1993: XXXII). Genel manada klâsik mersiyenin formunu ve iç plânını bu maddeler kurar.

XIX. yüzyılın klâsik sanatkârlarından biri olarak karşımıza çıkan Âkif Paşa’nın Mersiye ile, daha önce ifade ettiğimiz gibi, bağlı olduğu gelenekten ayrıldığını, onun dışına düştüğünü görürüz. Mersiye ile Âkif Paşa hem klâsik mersiyenin formundan ve iç plânından aynhr, hem de ölüm hâdisesi onun için büyük bir ıstırap kaynağına dönüşür. Bu sebeple şairin ölüm ve ölüm sonrasını konu alan Mersiyesi’nin yeni olduğu fikri üzerinde A. H. Tanpmar ısrarla durur. Ona göre bu şiir, “Küçük şeklinde ve nisbeten durulmuş dilinde insanın ta kendisini arayan yeni şiirdir.” (Tanpmar 1982: 98). Yine onun ifadesiyle “Böylece Akif Paşa, bu onaltı mısranın içinde şiirin insanla münasebetini değiştirdiği gibi, yepyeni bir tem de getirmiştir.” (Tanpmar 1982: 100). ‘‘Nedim ’den itibaren çerçevelerini zorlayan şiirimizde bu koşma, sadece teessü- rî sahada kalmasına rağmen ilk muvaffak hamledir. Akif Paşa’nın ancak Şi- nasî’den sonraki nesil tarafından tanınmış olması da onun eseriyle edebiyatımızda ne kadar yeni olduğunu gösterir.” (Tanpmar 1982: 100). Âkif Pa- şa’nın “Torunu için yazdığı mersiyede şairin ilhamı, kasidede olduğu gibi eski şiirin insanı yarı susturan ve hislere mâhiyet değiştirten sistemi ile karşı-laşılmaz. Sanki hece veznini ve koşma şeklini almasıyla teessürî hayat birdenbire bütün hürriyetini kazanır. Burada Nâmık Kemal’in, Vâsıf’ın şiiri için yaptığı dikkatin isabeti meydana çıkar. Değişen teknik ile sanki insanın kendisi meydana çıkmıştır. Filhakika daha ilk kıt’adan itibaren hakikaten duyulmuş şeylerin, dünyasına gireriz. Kaybedilen torunun küçücük ve sevimli varlığı ve asıl mühimi ölümün kendisi, gerisi olmayan mâcera bizi birden bire sarar.” (Tanpmar 1982: 98). Bu sarış ve kavrayıştaki başarı önemli bir tarafıyla şüphesiz duygunun samimiliğinde aranmalıdır.

Burada öncelikle tekniğe ait unsurlardaki değişme ile muhtevada meydana gelen değişmenin birlikte yürüdüğü şiirin metni üzerinde durmak gerekecektir

 

MERSİYE


Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni Aylar günler değil geçse de ydlar Telh-kâm eyledi firâkın beni Çıkar mı hâtırdan o tatlı diller Kıyılamaz iken öpmeğe tenin Şimdi ne hâldedir nâzik bedenin Andıkça gülşende gonca-dehenin Yansın âhım ile kül olsun güller

Tagayyürler gelip cism-i semîne Döküldü mü siyâh ebrû cebîne Sırma saçlar yayıldı mı zemine Dağıldı mı kokladığım sünbüller

Feleğin kînesi yerin buldu mu Gül yanağın reng-i rûyun soldu mu Acaba çürüdü toprak oldu mu Öpüp ohşadığım o pamuk eller

(Âkif Paşa 1997: 164)

A. H. Tanpınar’m “Değişen teknik ile sanki insanın kendisi meydana çıkmıştır." (Tanpınar 1982: 98) derken, bu halk şiirinin formunu arayan Mersi- ye’nin muhtevasında meydana gelen yeniliği önemli bir tarafıyla şairin teknikte yaptığı değişikliğe bağlaması yerindedir. Bazı araştırmacılar tarafından halk şiiri tarzında yazılmış tek eseri olarak gösterilen (Parlatır 1988: 253, Uçman 1989: 262) Âkif Paşa’nın Mersiye’sı, onun şiir sanatı içinde bu alanda heceyi kullanması bakımından yalnız kalmaz. Diva/ıpesinde bir de 6+5=11 duraklı hece vezniyle yazılmış koşma formunda “Şarkı" sı yer alır (Âkif Paşa 1997: 178). Bu da Âkif Paşa’nın halk şiiri kaynağına gidişte arzusunun olduğunu gösterir.

 

Mahallîleşme cereyanı çerçevesinde klâsik şairlerde heceyle yazılmış şiirlere daha önce rastlanmaya başlanmıştı (Köprülü 1989: 299). Nitekim Nedim’in ve Şeyh Gâlip’in saz şiirinde kaynağını bulan hece denemeleri bunlar arasındadır. “Hece vezninin Tanzimat’tan sonra birden bire ka-zandığı rağbette bu koşmanın, en yakın devirde gelenekten kopmuş örnek sıfatıyla mühim bir hissesi vardır.” (Tanpınar 1982: 99). Şairin hece veznine ve az çok halk diline gitmek istemesi yalnızca mahallîleşme cereyanı ile izah edilemez. Kanaatimizce şair, aynı zamanda ölüm karşısında şahsî dramını, kaybedilen torun karşısında duyulan acıları klâsik edebiyatın teşrifatçı üslûbunun ve klişeleşmiş ifade kalıplarının dışında dile getirme ihtiyacı duymuş olmalıdır. Nitekim daha ilk hanede,

 

Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni

Aylar günler değil geçse de yıllar

Telh-kâm eyledi firakın beni

Çıkar mı hâtırdan o tatlı diller

 

söyleyişi, her türlü teşrifattan, tecrit plânından uzak, acı çeken insanın samimi duygularını ve dramını verir.

 

Bu şiir aynı zamanda devri içerisinde yeni ve farklı bir söyleyişi getirir. Akif Paşa, Mersiye ile yalnızca gelenekten ayrılmakla kalmaz, gelenekle birlikte kendi şirinin de şekil ve muhtevasından uzaklaşır. Divançesinde yer alan kızının ölümü üzerine tarih düşürdüğü mersiye ile yapılacak küçük bir karşılaştırma bunu açıkça gösterir:

 

‘Atıyye Fâtıma hânım ki tâzelikde dirîg

Verem dedikleri derd etdi kâmetin iki kat

Eser-pezîr-i devâ olmayıp o dâ-i ‘udâl Bitirdi şerbet-i merg ile hâdimü’l-lezzât

İşitdi vâlidi yandı yakıldı Edimede

Unutmaz anı gönül tâ-be-haşr-ı mahlûkât

Kemâl-i hüzn ile kayd etdi lafz-ı târihin

İkiyüz ellide yedide ‘Atıyyem etdi vefât

(Âkif Paşa 1997: 159)

 Kızı için yazdığı bu mersiyede kuru bir ifadenin içinden geleneğe bağlı konuşan şair, torunu için yazdığı Mersiye'te şiiri zihnî plândan çıkarır, onu bir duygunun malı, bir duygunun kendisi yapar. Ölüme uzaktan bakan tarih manzumesinde şair, bir ölüm haberini verir gibidir. Oysa torunu için yazdığı şiirde ölüm, insanı içten saran onun hayat karşısındaki dramatik duruşunu kuran temel gerçekliği olur.

Edebiyat tarihçisi dikkatiyle ‘ölümle değişme' meselesini klâsik Türk edebiyatı dairesi içerisinde yenileşme fikriyle ele alan A. H. Tanpınar, “Mak- ber’in esas temlerinden biri olan ‘ölümle değişme’fikrinin de bu koşma ile başlaması, yahut bu temin öteden beri her edebiyatta az çok mevcut olduğu düşünülürse, yenileşmesidir.” (Tanpınar 1982: 99) görüşünü ileri sürer. Ancak, Mikhail Baktine’nin de işaret ettiği gibi hiçbir edebî “‘söylem’, ‘önceden söylenmiş ’e, ‘bilinen ’e, ‘ortak düşünce ’ye vb. yönelmeden edemez.” (Aktulum 1999. 26). Bir edebî metnin, “ister çağdaş ister eski, ister klâsik metinler söz konusu olsun, metinlerarasının her yazı kılgısına özgü değişmez bir özellik olduğunu, hiçbir metnin daha önce yazılmış başka metinlerden bağımsız olarak yazılamayacağını, açık ya da kapalı bir biçimde her metnin daha önce yazılmış metinlerden izler taşıdığını,” bazı bakımlardan önceki metinleri hatırlattığını ifade etmeliyiz (Aktulum 1999: 19). Böyle bir yapı, genişleyen yelpazede metinlerarası ilişkiler ağını karşımıza çıkaracak, bunların tespit ve yorumunu gerekli kılacaktır. Me- tinlerarası ilişkilerin bu geniş yelpazesi, bir metnin hiçbir zaman kesin ve son bir çözümlemesinin olmayacağını, her yeni bağlantıyla birlikte yorumcunun yeni keşiflerde bulunabileceğini ve her keşiften sonra da metnin kendini yeniden yaratacağını gösterir (Eco 2003: 49-50).

Probleme bu çerçevede yaklaştığımızda A. H. Tanpmar’ın edebiyat tarihçisi dikkatiyle yenilik olarak baktığı ve üzerinde ısrarla durduğu bu, ‘ölüm hâdisesine realist dikkatle yaklaşma’ ve ‘ölümle değişme’ fikrinin Anadolu Türkçesinin erken dönem şairleri arasında yer alan Yunus Emre’nin şiirlerinde de geçtiğini görürüz. Yunus Emre’yi okuyup okumadığı konusunda elimizde bilgi olmamakla birlikte Âkif Paşa’nın Yunus Emre’yi okuması kuvvetle muhtemeldir. Hatta aksi bile olsa bu durum, onun Mersiye’sini, aynı medeniyet dairesinde, aynı geleneğin içerisinde yer alan Yunus Emre’nin şiirleriyle metinlerarası ilişkiler çerçevesinde değerlendirmemize engel teşkil etmez.

Âkif Paşa’dan beş yüz yıl kadar önce mezarlık âleminin içine eğilen Yunus Emre, ölümle bedenin değişmesi fikrinden birer ibret levhası çıkarır. Âkif Paşa’nın Mersiye’si ile metinlerarasılık kurabileceğimiz geniş malzeme sunan şiiriyle şair, insan vücudu üzerinde karar kılan dikkati ve ısrarıyla mezarın içini kendi gerçekliğinde görmeye ve göstermeye çalışır:

Sabahın sinlere vardum gördüm cümle ölmiş yatur 
Her birî bî-çâre olup ‘ömrin yavı kılmış yatur

Vardum bunlarun katına bakdum ecel heybetine
Niçe yiğit murâdına irememiş ölmiş yatur

Yimiş kurd kuş bum keler niçelerin bagnn deler
Şol ufacık nâ-resteler gül gibice solmış yatur

Toprağa düşmiş tenleri Hakk’a ulaşmış cânlan
Görmez misin sen bunları nevbet bize gelmiş yatur

Esilmiş incü dişleri dökilmiş saru saçları
Bitmiş kamu teşvişleri Hak varlığın almış yatur

Gitmiş gözünin karası hiç işi yokdur turası 
Kefen bizinün pâresi sünüge sarılmış yatur

Yunus ‘âkilisen bunda mülke sûret bezemegil 
Mülke sûret bezeyenler kara toprak olmış yatur

(Yunus Emre 1997a: 131-132)

Bu mısralardan da anlaşılacağı üzere Âkif Paşa’nın Mersiye'sı, Yunus Emre’nin şiirindeki ‘ölüm hâdisesine realist dikkatle yaklaşma' ve ‘ölümle değişme' fikri ile dikkate değer benzerlikler sergilemektedir. İki şiir arasındaki paralellikler ‘ölüm hâdisesine realist dikkatle yaklaşma' ve ‘ölümle değişme’ fikri etrafında metinlerarasılık kurabileceğimiz yapıdadır. Her şeyden önce iki şiir de maddî varlığın, yani insan bedeninin ölümünün ifadesinde birleşir.

Âkif Paşa, ıstırap içinde dikkatle eğildiği mezardaki torununun cesedinin ölümle değişmesini sorgularken,

Tagayyürler gelip cism-i semine

Döküldü mü siyâh ebrû cebine

Sırma saçlar yayıldı mı zemine

Dağıldı mı kokladığım sünbüller

sorularını yöneltir. Şiirde yer alan “cism-i semîn” terkibinde görüldüğü üzere mezarın içindeki çocuğun vücudunu ‘yasemin cisim’, ‘yasemin çiçeğinden yapılmış vücut, yasemin çiçeği gibi vücut' şeklinde bir metaforla verir ve yasemin çiçeğinin solmasıyla cesedin ölümden sonra değişmesi arasında ilgi kurar. Buna benzer şekilde Yunus Emre de,

Şol ufacık nâ-resteler gül gibice solmış yatur

derken mezarın içindeki çocuk (nâ-reste) vücudunun ölümden sonraki değişimini gül benzetmesiyle dikkatlere sunar. Âkif Paşa’nın benzetmesiyle metinlerarasılık kurulabilecek tarzda Yunus Emre’nin bu mısraında da gülün solması gibi mezardaki küçük çocuğun vücudunun rengi solmakta ve yapısı değişmektedir. Görüldüğü üzere her iki şair de 'ölümle değişme' fikrini ele alışta aynı hayalde ve benzetmede birleşir. Esasen bu 'ölümle değişme' fikrini, gelenek içerisinde Yunus Emre’nin de beslendiği kaynak olan Ahmed-i Yesevî’ye kadar çıkarabiliriz. Ahmed-i Yesevî’nin şiirleri arasında 'ölümle değişme' fikrinin dikkatlere sunulduğu,

kızıl gül dik yüzüng bolğay misl-i saman

(kızıl güle benzer yüzün saman olur)

(Ahmed-i Yesevî 1983: 258-259)

gibi, insan bedeninin ölüm sonrasında değişimini tasvire yarayan mısralarla karşılaşılır.

Akif Paşa Mersiye'sinde,

Sırma saçlar yayıldı mı zemîne

mısraıyla ölümle değişmeyi sorgularken, realist bir bakışla, sırma gibi sarıya çalan saçların zamanla bedenden ayrılarak mezarın içinde zemine yayılması fikrini getirir. Biz aynı benzetme ve saçların mezarın içinde toprağa dökülmesi (yayılması) tasviriyle Yunus Emre’de de karşılaşırız. Yunus Emre’nin,

Esilmiş incü dişleri dökilmiş sanı saçları

söyleyişindeki “dökülmüş saru saçları” ibaresi metinlerarası düzlemde aynı realist dikkati ve bakışı verir.

Âkif Paşa, sorgulayan bakışını mezardaki torununun üzerinde gezdirirken küçük çocuğun vücuduna ait bazı unsurları sayar:

Döküldü mü siyâh ebrû cebîne

Sırma saçlar yayıldı mı zemîne

Dağıldı mı kokladığım sünbüller

Bu mısralarda çocuğun kaş ve saç rengi gibi fizikî özellikleri, realist dikkati öne alan bir bakışla sergilenir. “Sünbül” gibi klişe bir ifade bile şiir

 deki bu realist bakışı bozmaz. Yunus Emre ise, insan vücudu üzerindeki dik¬katini Akif Paşa’nın Mersiye ’sine göre daha geniş bir çerçeveye oturtur:

Gitmiş gözünin karası hiç işi yokdur turası Kefen bizinün pâresi sünüge sarılmış yatur

mısralarında, “göz”, “gözünin karası” söyleyişinde gözün rengi, kemik anlamına gelen “sünüg” hep bu ölen kişinin uzuvlarındaki değişmeyi sergilemeye yönelik ifadelerdir.

Erken dönem Anadolu Türk edebiyatında ölüm hâdisesini kendi realitesinde görmede ve edebî eserin dünyasına taşımada Yunus Emre yalnız kalmaz. Şeyyad Hamza ve Âşık Yunus gibi şairlerin şiirlerinde de ölüm fikrinin realist tasviriyle karşılaşırız. Yunus Emre ile çağdaş sayabileceğimiz Şeyyad Hamza, veba salgını üzerine yazdığı kaside şeklindeki mersiyesinde,

Göresin bir kafa yatur çürümiş

(Akar 1987: 4)

derken mezarın içine yönelen dikkatiyle 'ölümle değişme’ fikri üzerinde durur.

Yunus Emre’den sonra onun takipçisi Âşık Yunus’ta da mezarlık âlemi¬nin buna benzer şekilde dile getirilişi ile karşılaşırız:

Yûnus dir ki gör takdîrün işleri

Dökülmişdür kirpikleri kaşları

Başları ucunda hece taşları

Ne söylerler ne bir haber virürler

(Yunus Emre 1997b: 83)

Şair özellikle, Dökülmişdür kirpikleri kaşları derken Âkif Paşa’nın,

Döküldü mü siyâh ebrû cebîne mısraıyla metinlerarası düzlemde birleşir. Yalnız Âkif Paşa, bütün şiir boyunca monolog şeklinde kalan, muhatabında cevabını bir türlü bulamayan sorusunu ısrarla mezardaki torununa yöneltir. Âşık Yunus ise,

Başları üstünde hece taşları
Ne söylerler ne bir haber virürler

derken mezardaki insanların konuşmayacağını bilir.

Âşık Yunus, İslâm medeniyetinin algısı içerisinden ibret gözüyle baktığı dünyanın gelip geçici olduğunu belirtmeye yarayan “yalancı dünya” kodlamasıyla hayat felsefesini ve insanın değişmez yazgısını da ifade alanına döker:

Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber virürler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber virürler
(Yunus Emre 1997b: 83)

Âkif Paşa’nın Mersiye ’sinde ise dünya şaire kin besleyen “feleğin” onu cezalandırdığı yerdir. Nitekim,
Feleğin kînesi yerin buldu mu diyen şair, başına gelen bu felâketi yine İslâm medeniyeti dairesinde her türlü kötülüğün kaynağı olarak değerlendirilen feleğe’ yüklerken Yunus’la aynı klâsik kültürün ve zihniyetin içinden konuşur. Âkif Paşa’nın şiiri bitiren,

Acaba çürüdü toprak oldu mu
Öpüp ohşadığım o pamuk eller

mısralarına karşılık Yunus Emre’de,

Yunus ‘âkilisen bunda mülke sûret bezemeği!
Mülke sûret bezeyenler kara toprak olmış yatur

söyleyişini buluruz. Yaşadıkları çağın farklı olmasına rağmen aynı kültür dairesinde yer alan her iki şairde de ölümle birlikte “toprak olmak.” kavrayışı dile getirilir. Maddî ölümün, insan bedeninin canlılığını kaybedişinin ifade alanına taşınmasındaki dikkat ortaktır. Gerek Âkif Paşa, gerek Yunus Emre ve gerekse Âşık Yunus bu şiirlerinde ölüm hâdisesinin ifadesini insan bedeniyle sınırlar.
Âkif Paşa’nın Mersiyesi'nin Türk edebiyatı geleneği içerisinde bir başka kolla, halk şiirinin ağıt geleneği ile de metinlerarası ilişkisini kurmak mümkündür. Ölüm teminin halk şiirinin ağıtlarında da insan bedeniyle kendi gerçekliği içinde ele alındığı söyleyişlerle zaman zaman karşılaşırız. Halk şiirinden aktaracağımız şu örnekler,

Âhır işte ecel şarabına kandım
Canım teslim edüp tabuta kondum
İşte kara yerin altına indim
Hayır duâ edin rûhum şâd edin
(Elçin 1990: 174)

Öldürürsin eğnim başım soyarsın
Şol nâzik tenimi yere koyarsın
(Elçin 1990: 176)

her ne kadar ölüm hâdisesi üzerinde derinleşmese de, 'ölüm hâdisesine realist dikkatle yaklaşma’da ve mezarın içini dikkatlere sunmada, bu fikrimizi belirli ölçüde destekleyecek mahiyettedir. Halk şiiri bazen ölüm hâdisesinin üzerine eğildiğinde onu gerçekçi bir bakışla kendi çıplaklığında sergilemesini bilir.

Bu küçük Mersiye’nin Türk edebiyatındaki yerini ve fonksiyonunu belirlemek isteğiyle "Türk romantizminin başlangıcını bizce bu eserde aramalıdır." diyen A. H. Tanpınar, Âkif Paşa’nın Mersiye’sindeki eski klişe sözler üzerine de dikkat çekerek, "Vakıa burada da klişe vardır. ‘Goncedehen, firak, telh-kâm, sünbül (saç yerine)’gibi kelimeler ve tâbirler, gülşende hatırlama gibi şairane söyleyişler, uzun bir kullanışın halk ağzında dahi tesirini tükettiği unsurlardır. Fakat Akif Paşa’nın koşması onlarla büsbütün başka bir terkip kurar.” (Tanpınar 1982: 99) tespitinde bulunur. A. H. Tanpınar’ın işaret ettiği, fakat ifade etmediği tertip, şiirin bütün bu sevgili etrafında varlık kazanan kelime kadrosunun artık ölmüş bulunan küçük torunun ifadesine çevrilmiş olmasıdır. Mersiye’yi biraz da bu kelime kadrosunun, geleneğin belirlediği fonksiyonun dışında kullanılmış olması, yeni ve ilgi çekici kılar.

Tanpınar’ın, yukarıda da işaret ettiğimiz, “bu küçük manzume ile Edhem Pertev Paşa’nın ‘Tıfl-ı nâim’ tercümesinden evvel çocuk ve çocuk sevgisi temlerinin edebiyatımızda başladığını da söyleyelim.” (Tanpınar 1982: 100) tespitine de ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Zira, henüz yatay ve dikey boyutta ciddî etüdü yapılmamış olan Türk edebiyatı içinde A. H. Tanpınar’ın bu tespitini sınırlı çerçevede de kalsa Yunus Emre’ye kadar genişletme imkânına sahibiz. Yunus Emre’nin mezarın içine eğilen dikkati çocuğu da ihmal etmez. Şairin,

Şol ufacık nâ-resteler gül gibice solmış yatur

mısraında kullandığı ‘ergenlik çağına gelmemiş küçük çocuklar' anlamındaki “nâ-resteler” kelimesiyle Akif Paşa’dan çok önce ölmüş çocuğa acıma ve merhamet duygusunun karıştığı bir sevgiyle yaklaştığı görülür. Yunus Emre divanında genç ölümü konu alan başka mısralara da rastlanır:

Bu dünyede bir nesneye yanar içüm göyner özüm 
Yigid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi 
(Yunus Emre 1997b: 490)

Daha önce de belirttiğimiz gibi Âkif Paşa, Mersiye ile yenileşme dönemi sanatkârlarına tesir eder. “Tanzimat’tan sonraki şiirde o kadar mühim bir yer tutan ferdî ölüm karşısındaki vaziyet ve mersiye şiiri de ona bağlanabilir. Bunların içinde Hâmid’in ‘İbn-i Musa’daki Ümmü’l-Asâm’ın türküsünü ve bütün sahneyi, ‘Nejad Ekrem 'deki hece vezni manzumelerin birçoğunu doğrudan doğruya devamı olarak sayabiliriz.” (Tanpınar 1982: 99). Gerek Abdülhak Hâmit’te, gerekse Recaizâde Mahmut Ekrem’de yer tutan, başta Ara Nesil mensupları olmak üzere daha sonraki nesillerde de devam eden “Kita- be-i Seng-i Mezar”dan, mezarlık tablosunu, ölüm hâdisesi etrafında gelişen dikkati ve hissî hayatı bir tarafıyla Âkif Paşa’ya bağlamak doğru olacaktır. Abdülhak Hâmit’in Makber'i mezar üzerinde toplanan dikkatinin yanında,

Bak bak, ne değişmiş ol semenber!.. 
Gül çehresi, bak, ne yolda muğber...
(Tarhan 1982: 46)

gibi söyleyişlerle ‘ölümle değişme'yi verişi hep aynı kaynağı işaret eder. Yine benzer şekilde Recaizâde Mahmut Ekrem, oğlu Nijâd Ekrem’in ölümü üzerine yazdığı Âh Nijâd başlıklı şiirinde heceyle,
 

Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor
Hayalin çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor
(Ekrem 1997: 405)


derken Akif Paşa’nın ölüm karşısındaki tavrına, diline ve söyleyişine yaklaşır. Aynı şiirin.

Bu kayguya yürek nasıl dayansın?
Bedenciğin topraklarda çürüyor?
(Ekrem 1997: 405)

mısralarında Âkif Paşa’nın mezarın içine yönelen dikkatiyle birleşir. Artık yeni sanatkâr klasik şiirin estetik dünyasından uzaklaşmış, yeni bir söyleyişi kurmanın peşine düşmüştür.

Tecrit esasına bağlı sanat eseri vücuda getirme çabasında olan klâsik şair, şiirini bağlı olduğu estetik daire içerisinde kuracaktır. Böyle bir estetik yapı, ''mimesis' esasına bağlı sanat eserinde gördüğümüz dış dünyanın birebir yansıtılması ilkesine bağlı kalmaz, ondan farklı şekilde eser ortaya koyar. Dış dünyanın gerçekliğini, yaşanan gerçekliği aşarak, onu soyutlayıp genelleyerek üst bir gerçeklik alanı kurar. Artık sanatkâr, sanat eserinde dış dünyada yaşanan gerçekliğin üstüne çıkarak kurduğu bu üst gerçeklik alanından konuşur. Divanesinde ölümle ilgili başka şiirleri de bulunan Âkif Paşa, ferdin ve “Zıen”in ifadesi olması bakımından Adem Kasidesi’nde de karşılaştığımız gibi, bu küçük Mersiye ile klâsik edebiyatın dışına düşer ve yeni bir estetik algının içinden konuşur. Bu estetik algı değişimiyle artık sanat eseri ferdin ölümünü, ölüm sonrasında cesedin geçirdiği değişimi ve bunun şairin iç dünyasında ya¬rattığı büyük ıstırabı dile getirir. Şiiri bir tarafıyla ilgi çekici kılan, edebiyat araştırmacılarının dikkatinin üzerinde toplanmasını sağlayan da bu olmalıdır.
Âkif Paşa, Adem Kasidesi ile Mersiye'de. hem bağlı olduğu klâsik şiir estetiğinin dışına çıkar, hem de kendi şiirinin ana karakteristik yapısının uzağından konuşur. Şairin yaptığı asıl yenilik burada aranmalıdır. Oysa klâsik sanatkâr, “geleneğin devamlı tesir ve müdahalesi altında kalmıştır. Bu edebiyatın terbiyesini almış şair için geleneğin dışında bir şey tasavvur etmenin, onun tanımadığı, getirmediği başka şeyleri denemenin yolları kapalıdır.
 
Gelenek dış âlemde görülen her şeyi, yaşanılan her duygu ve hayat tecrübesini değil, bunlar arasından yaptığı seçimin getirdiklerini şiire işlenecek konu olarak verir.'''' (Akün 1994: 421). Ancak sanatkârdan sanatkâra değişen ilham ve mahallîleşme cereyanı geleneğin içerisine bazı yeni unsurları taşır (Akün 1994: 421). Âkif Paşa, Adem Kasidesi ve Mersiye ’siyle işte bu geleneği kırar. Artık yeni ve farklı bir eşya ve varlık anlayışının içinden konuşur. Bu da şairin yaşanan hayatın gerçekliğini görmesini ve göstermesini sağlayan estetik düzlemi kurar.

Akif Paşa’yı böylesine farklı bir estetiğin dairesi içinden konuşturan sebep neydi? Eğer Paşa’nın herhangi bir batı dili bilmediği konusunda Gibb’in tespiti (Tanpınar 1941: 245) doğruysa, dolayısıyla bu ölüm temini devri içinde yeni bir dikkatle ele alması durumunu sadece tesadüfle açıklamak pek de isabetli olmayacaktır. Kanaatimizce Âkif Paşa’yı, muayyen ölçüler içinde de kalsa, klâsik Türk edebiyatının estetik dairesinin dışından konuşturan saiklerin başında, zaman zaman “ben”in ferdî boyutta gelişen buhranını ve ıstıraplarını doğrudan ortaya koyma ihtiyacı duymuş olması bulunmaktadır. 

Torununun ölümünün ruhunda yarattığı ıstırap, onun klâsik edebiyatın teşrifatından sıyrılarak çektiği acıları, halk ağıtlarını hatırlatan çıplak dille samimi bir şekilde ortaya koymasına zemin hazırlamış gibidir. 1887’de Yozgat’ta doğan, 1813 yılına kadar burada yaşayan, çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Anadolu’nun bu küçük yerleşim biriminde geçiren Âkif Paşa’nın (Kavaz 2002: 9) böyle bir psikoloji içinde, biraz da şuuraltının sürüklediği ortamda, kendini halk şiirinin kaynağında bulması gayet tabiî görünmektedir. Böylece çok sayıda sanatkârın yüzyıllardır kullana kullana eskittiği klişe tabirlerden de belirli ölçüde uzaklaşarak kendisi olur ve içinde bulunduğu yakıcı duyguları doğrudan ifade alanına taşıma imkânına kavuşur. Mersiyemde şairin duygularına saz şiirinin (Tanpınar 1941: 245) de refakat ettiğini gözden kaçırmamak gerekir. Şüphesiz, Tanpınar’ın da işaret ettiği gibi bu küçük şiirin yeni bir söyleyişi aralamasında saz şiiri formunun sunduğu imkân dikkate değer. Bir bakıma ancak ıstırabıyla insan olan Âkif Paşa, geleneğin dışına çıktığında, kendisi olduğunda ve insanı kendi realitesinde bulduğunda dikkatleri üzerinde toplamayı başarır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, A. H. Tanpınar’ın “ancak sıkıntı ve ıstırap anlarında şair olan Akif Paşa” (Tanpınar 1982: 93) nitelemesi bu manadadır.

Bütün bu metinler arası ilişkiler çerçevesindeki değerlendirmeler, ölümü kendi gerçekliğinde görme ve 'ölümle değişme' fikrinin Âkif Paşa’dan önce başta Yunus Emre olmak üzere çeşitli şairler tarafından işlendiğini gösterir.
 
Bazı edebiyat tarihçisi ve araştırmacılarca Âkif Paşa’nın yaptığı bir yenilik olarak gösterilen ‘ölümle değişme' temi, ancak dönemi içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşır. Şüphesiz Türk edebiyatında ölüm teminin değişim ve gelişim seyrinin takibi böyle bir yazının sınırlarını aşar. Daha başka ve geniş bir çalışmanın konusu olmak durumundadır. Henüz Türk edebiyatında temlerin gelişim ve değişimi üzerine monografik çalışmalar yapılmadığı için bu noktada kesin hükümlerden kaçınılması gerektiğini göstermesi bakımından Âkif Paşa’nın Mersiye'si iyi bir örnek olarak önümüzde durmaktadır.

Anahtar kelimeler: Âkif Paşa, şiir, Mersiye, ölüm.
Cafer Gariper Türkiyat Araştırmaları

 

 

 


Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler. Daha fazlası için bizi motive ediyor.

Daha yeni Daha eski