"Leyla ve Mecnun", "Su Kasidesi", "Rind ve Zahid" ve "Sıhhat ve Maraz" gibi eserler kaleme alan 16'ncı yüzyıl divan şairi Fuzuli'nin vefatının üzerinden 465 yıl geçti.
Gerçek adı Mehmed bin Süleyman olan şair hem "kendini ilgilendirmeyen işlere karışıp lüzumsuz sözler söyleyen kimse", hem de "yüce, üstün, erdemli" anlamına gelen Fuzuli mahlasıyla tanındı.
Sadece şiiriyle değil felsefe, tıp, sosyoloji ve astronomi alanında verdiği eserlerle de dikkati çeken Fuzuli'nin 1480 dolaylarında Bağdat yakınlarında bulunan El-Hille'de dünyaya geldiği rivayet ediliyor.
Irak'a yerleşmiş Oğuz Türklerinin Bayat boyundan olan şair, Irak'ta Türklüğün beşiği sayılan Kerkük bölgesi kültür ortamının yetiştirdiği bir değer oldu.
Fuzuli'nin hayatı üzerinde çok az bilgimiz vardır. Nerede ve hangi yıl doğduğu kesin olarak belli değildir. Kaynakların çoğunda «Bağdat’h» (Latifi, Ahdi, Sam Mirza, Beyanı, Âşık Çelebi tezkireleri, tarihçi Âli’nin Künh'ül-Ahbâr'ı), kimisinde «Hille’li» (Kınalı-zâde Haşan Çelebi tezkiresi), kimisinde de «Kerbelâ’lı» (Riyazi tezkiresi) olduğu yazılıdır.
Sadık! tezkiresinde görülen «İbrahim Han hizmetinde Bağdat’a vanp...» cümlesinden, onun Safevî’ler devrinde vali İbrahim Han zamanında Bağdat’a sonradan gittiği anlaşıldığı gibi; Osmanlı'lar devrinde de vali Ayaş Paşa ile Mehmet Beye (Baltacı Mehmet Paşaya?) kaside sunmak için Bağdat’a giden şairin, sunduğu bu kasidelerden birinde, Bağdat’a gitmeyi «gurbet ihtiyâr etmek» (gurbete çıkmak), öbüründe de Bağdat’ı «mülk-i gurbet» (gurbet ülkesi) diye anması, onun Bağdat’lı olmadığını gösterir.
XIX. yüzyıl sonlarında ve XX. yüzyılda yazılan kimi edebiyat tarihi, ansiklopedi, makale ve incelemelerde1 «Hille’li» olduğu tekrarlanmıştır. Kaynak göstermeyen bu yazarlardan çoğunun Kınalı-zâde Tezkiresi’ne dayandıkları düşünülebilir. Süleyman Nazif'in yeni bir kanıt olarak ileriye sürdüğü: «Hille' de iki şair vardır: Fazlı oğul, Fuzuli baba; dünyanın bütün işleri tersinedir.- baba Fazli, oğul Fuzuli» anlamına gelen Farsça bir dörtlük, Fuzuli'nin Hille’ de doğduğunu değil, orada oturduğunu göstermektedir. Fuat Köprülü de, şairin «Sanki sen Hille’lisin ve diyarın Babil’dir» anlamına gelen Arapça bir dizesine dayanarak, onun Hille’li olduğunu ileriye sürmekte ise de2; başka incelemeciler, söz konusu dizenin üstündeki «Dilin tatlı, yan bakışın büyüleyici» vb. gibi dizeleri gözönünde bulundurarak, adı geçen şiirde şairin kendisini değil, sevgilisini anlattığım, ona seslendiğini belirtmişlerdir.3
Fuzuli’nin «Kerbelâ’lı» olduğu yolundaki kanıtlar akla daha yakın görünmektedir. Tezkireci Riyazi, şairin Farsça divanının önsözünde «Benim toprağım Kerbelâ toprağıdır» anlamına gelen bir dize ile başlayan dörtlüğe dayanarak onun «Bağdat yöresinde Kerbelâ'da vücuda gelmiş» olduğunu ileriye sürmüş; bu ipucundan yararlanan Abdülbaki Gölpı-narlı, Fuzuli ile ilgili iki eserinin önsözlerinde, daha sonra da Abdülkadir Karahan, Fuzuli üzerine yazdığı büyük monografyasmda, şairin Türkçe ve Farsça divanlarının önsözlerini bu açıdan inceleyerek, onun «Kerbelâ’lı» olduğu kanısına varmışlardır.4 Fuzuli, Türkçe divanının önsözünde şöyle demiştir:
«Doğduğum yer Irak-ı Arap olup bütün ömrümde başka memleketlere seyahat kılmadım. Kerbela toprağının başka memleketlerin iksirinden daha şerefli olduğu bilinmektedir, şiirimin derecesini her yerde yücelten de gerçekte budur.»
Farsça divanının önsözü içindeki bir şiirde de şunları söylemiştin
«Fuzuli, benim toprağım Kerbelâ toprağıdır, şiirlerim nereye giderlerse onlara saygı göstermek gerektir; altın değil, gümüş değil, inci değil, lâ’l değil, bu kölenin şiiri topraktır, fakat Kerbelâ toprağıdır.»
Kimi tezkirelerin onu «Bağdadi» (Bağdat’lı) diye anmalarını, Kerbelâ’nın Bağdat'a bağlı bir yer olmasıyla yorumlayabiliriz.
Yukarda da değindiğimiz üzere, Fuzuli’nin hangi yıl doğduğu da belli değildir. Ebüzziya Tevfik'in Nümûne-i Edebiyat-ı Osmaniye adlı antolojisinde ileriye sürülen, daha sonra çeşitli yerlerde kullanılan hicri 910 (milâdi 1504/1505) yılında doğduğu yolundaki söylentinin hangi kaynağa dayandığı bilinmiyor.
Şairin, Beng ü Bade adlı mesnevisini Şah İsmail’e 1510-1514 yıllan arasında sunmuş olabileceği göz-önünde bulundurularak, Ebüzziya’nın ileriye sürdüğü tarihten en aşağı 10-15 yıl önce (1490-1495) doğmuş olması gerekir.
Fuzuli’nin asıl adının Mehmet, babasının adının Süleyman olduğu, Kâtip Çelebi’nin ünlü eseri Keşf-üz-Zünun'da «Muhammed bin Süleyman» diye anılmasından öğrenilmektedir. Tezkirelerde bu konuda herhangi bir bilgi yoktur.
Hille Müftüsünün oğlu olduğu, Arapça bilimleri Rahmetullah’tan, edebiyat bilimlerini şair Habibi1 den öğrendiği, Rahmetullah’ın kızına âşık olup onunla evlendiği, hattâ •Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultânım* dizesini içine alan ünlü murab-baını onun için yazdığı yolundaki söylentiler Ebüzziya Tevfik’in ünlü antolojisi (Nümune-i Edebiyat-ı Osmaniye) ile başlayıp daha sonra yazılan edebiyat tarihi, ansiklopedi, vb. gibi çeşitli eserlerde tekrarlanmışsa da, bu söylentilerin hiçbirinin kaynağı belli değildir.
Sadıki tezkiresinde, Fuzuli’nin «Bayat» aşiretinden olduğu yazılıdır. Bayat’lar, eski ve büyük bir Oğuz aşiretidir. Kürt'ler arasında da bu adda bir kabile bulunmasını gözönüne alan kimi doğubilimci-ler fKrimskiy, Huard, Minorsky), onun Kürt asıllı Türk şairi olduğunu ileriye sürmüşlerdir. Oysa, Fuzuli, Farsça divanının ve Hadikat-üs-Süadâ adlı eserinin önsözlerinde kendisinin «Türk aslından» geldiğini, «Türk-zeban» (ana dilinin Türkçe) olduğunu açıkça bildirmiştir:
«Kimizaman tabiatımın atını Türkçe alanında koşturdum ve Türk zariflerine’ Türkçenin güzellikleriyle fayda verdim; bu da benim için o kadar zor olmadı, çünkü benim asıl selikama (tıynetime, yaratılışıma) uygun düştü». (Farsça divan)
«Türk-zeban (ana dili Türkçe) olan benden iltifatını eksiltme.» (Hadikât-üs-Süadâ)
"Aşık-ı sadık benem Mecnunun ancak adı var"
Fuzuli iyi bir öğrenim görmüştür. Türkçe divanının önsözünde, «Bilimsiz şiirin temelsiz duvar gibi olduğunu ve temelsiz duvarın çok değersiz olduğunu, bilimsiz şiirden ruhsuz kalıp gibi nefret ettiğini» söyleyen şair, bir süre «akli» (geometri, fizik, doğa bilimleri, vb.) ve «nakli» (hadis, tefsir, vb.) öğrendiğini, üç dilde nazım ve nesir yazdığını bildirir. Farsça divanının önsözünde de, «Bütün bilimleri ve fenleri kendinde toplamış bir insan olmak için çalıştığım, (...) akli bahislerde bilginlerin çeşitli hükümlerine itiraz ettiğini, nakli sorunlarda fakihler arasındaki tartışmalı konulara karıştığını, edebiyat konularında her şubenin üstatları ile ibâre ve üslûp güzellikleri üzerine tartışmaya kalkıştığını» bildir miştir. Nitekim, çağdaşı Abdi’nin tezkiresinde de «hendese, hikmet ve hey’et (geometri, fizik ve astronomi) bilimlerini bildiği ve üç dille (Arapça, Farsça. Türkçe) şiirler yazdığı» belirtilmiştir. XVI. yüzyılda yazılmış kimi kaynaklarda «mevlânâ Fuzuli» (Sam Mirza, Ahdî, Sadıki tezkireleri) ve «molla Fuzuli» (Âli, Künh-ül-Ahbâr) diye anılması da, onun bilgisinin genişliğine ve derinliğine bir kanıt sayılabilir.
Fuzuli, Farsça divanının önsözünde belirttiğine göre, şiire banladığı sıralarda aldığı «mahlas» (şiirde takma ad)lan başka şairlerin de kullandıklarını görünce, kendi şiirlerinin onlara, onların şiirlerinin de kendisine mal edilmesini önlemek için, hiç kimsenin beğenip benimsemeyeceği «Fuzuli», (boşboğaz, her şeye burnunu sokan, fodul) sözcüğünü mahlas edinmiştir. «Bütün bilimleri ve fenleri kendinde toplamak için çalışan» şair, bu sözcüğü, «bilgi ve fazilet» anlamlarına gelen «fazl» sözcüğünün çoğulu olan «fuzûl» sözcüğüyle de ilgisi yüzünden, kendisine uygun görmüştür.
Fuzuli’nin mezhebi üzerinde, onun «şii» mi, yoksa «sünni» mi olduğu konusunda, bir ara çetin tartışmalara girişilmiş; hattâ, şairin «şiî»liğini birtakım belgelere dayanarak ileriye süren Fuat. Köprülü’ye (Külliyât-ı Divan-ı Fuzuli, önsöz, 1342/1923) karşılık, Süleyman Nazif, sanatçının «sünni» olduğunu ispat çabasıyla, fakat daha çok duygusal tepkilerle, büyükçe bir monografya yayınlamış (Fuzuli, 1925) ise de, eldeki kaynaklardan edinilen bilgiye ve doğrudan doğruya - şairin kendi eserlerine dayanılarak, onun «şii» olduğu bugün ispat edilmiştir.
Fuzuli’nin ne iş yaptığı, hayatını nasıl geçirdiği kesin olarak belli değildir. Yalnız, Farsça divanında, «atebât-ı âliyye» (Ali, Haşan, Hüseyin, vb. nin türbeleri) mütevellisini öven bir kıtadan ve «yâ mür-tezâ Ali» dönerayakh (redifli) bir gazelden; Türkçe» divanında da Safevî’lerin Bağdat valisi Musul’lu İbrahim Sultana (Hana) sunduğu bir kasideden öğrenildiğine göre, Fuzuli, Necef’te gömülü bulunan Ali’ nin türbesinde «bir ömür», yani uzun bir süre, «hâ-dim»lik (hizmet görücülük) etmiş ve bu hizmete karşılık «râtibe» adı verilen bir aylık almıştır. Bunlardan başka, Ali üzerine yazdığı Farsça kasidelerde görülen: «Senin sofranda Fuzuli’nin daima belli bir nzkı vardır; o, gece ve gündüz senin eşiğinin kullan ile arkadaştır» / «Benim vücudum ve ruhum gece ve gündüz sürekli olarak Necef türbesinde çalışsın» vb. gibi sözler de5 Ali’nin türbesinde çalıştığını açıkça göstermektedir.
Türkçe divanında, o devirde «seyyid»lerin (Peygamber soyundan gelenlerin) en yücesi sayılan Mu-hammed-i Necefi (Necef’li Muhammedi adında bir seyyid’e (herhalde «atebât-ı âliyye mütevellisi») yazdığı bir kasidede, ondan «yardım umduğunu ve yeniden bir lûtufla kendisine teselli verilmesini» dilemiş, «kötü kimselerin zaran dokunmayacak sürekli bir gölge (koruyuculuk) istediğini» bildirmiş, «Ne-cef'te onun hizmetinde kemer bağlayamaz da, Frenk ülkesine gidip papaz kuşağı bağlarsa şaşılmaması» gerektiğini söylemiştir. Bu sözlerden anlaşıldığına göre, «kötü kimseler» yüzünden günün birinde şairin «râtibe»si kesilmiş; o da, mütevelliden, Necef'teki görevinin geri verilmesini istemiştir.0
Bir' incelemecimize göre, sözü edilen râtibe,. Sa-fevi’ler devrinde kesilmiştir;7 başka bir incelemecimize göre ise, bu râtibe, Fuzuli’ye OsmanlI'lar devrinde, ünlü Şikâyetname’sini yazdıktan sonra verilmiştir.8 Ne var ki. şairin, Safevi valisi brahim Hana yazdığı kasidede, Ali’nin türbesindeki «huddâm» dan («hâdim»lerden) biri olduğunu söylemesi, «râ-tibe»yi Safevi’ler devrinde aldığını gösterdiği gibi; Şikâyetnâme'de «râtibe»den değil, «berât-ı tekaaüd» den söz etmesi de, Karahan’m iddiasını doğrul anlamaktadır. Safevi’ler devrinde İbrahim Han tarafından korunan, hattâ —Sadıki teşkiresinden anlaşıldığına göre— «İbrahim Han hizmetinde Bağdat’a giden» Fuzuli’nin râtibe’sinin, İbrahim Hanı öldürüp Bağdat’ı ele geçiren Zülfikar Han zamanında kesildiği düşünülebilir.
Râtibe’sinin kesildiği tarihten Bağdat'ın I. Süleyman (Kanuni) tarafından alındığı tarihe (1534) kadar onun nasıl yaşadığı pek belli değildir; Sadıki tezkiresine göre, Sultan Süleyman (Kanuni) Irak’a vardığında Fuzuli «Hille'de yerleşmiş» bulunuyordu; Şikâyetnamedeki bir şiirden anlaşıldığına göre de, şair, Bağdat’ın alınmasından önce, «uzlet makaamm-da, kanâat köşesinde» oturmakta idi. Bu sözlerin açıkça gösterdiğine göre, Fuzuli, İbrahim Han’ın ölümünden sonra Hille’ye (belki de Necef’e, ya da Ker-belâ’ya) dönmüştür.
Bağdat’ın Osmanlı yönetimine geçmesi üzerine, »başına mevki sevdası düşüp, ün kazanmak hevesine kapılarak, makaamının yükselmesi ve değerinin yücelmesi isteğiyle» (Şikâyetname), Osmanlı ileri gelenlerini görmek ve kaside sunmak için, «gurbete çıkarak» Bağdat’a gittiği, Şikâyetname'den, kasidelerinden, aynca, tezkirelerin verdiği bilgilerden öğrenilmektedir. OsmanlI’lar devrinde başta padişah olmak üzere, Sadrazam İbrahim Paşa, Kazasker Kaa-dir Çelebi, Nişancı Celâl-zâde Mustafa Çelebi, Bağdat valisi Ayaş Paşa, Cafer Paşa, Baltacı Mehmet Paşa, vb. gibi Osmanlı ileri gelenlerine sunduğu kasidelere karşılık, herhalde birtakım «câize»ler almış, aynca, kendisine padişah tarafından dokuz akçalık bir gündelik bağlanmıştır. Aşık Çelebi tezkiresinde ve ondan aktarılarak Kınalı-zâde Haşan Çelebi tezkiresinde, Fuzuli’nin bundan sonra geçim darlığından kurtulduğu yazdı ise de, şairin Nişancı Celâl-zâde Mustafa Çelebi’ye gönderdiği ünlü Şikâyetname mektubundan öğrendiğimize göre. Evkafın «ze-vâid-inden verilecek olan bu parayı Fuzuli bir türlü alamamış, bu iş için kendisine gönderilen «berât» elinde kalmış, kendisi de yeniden «uzlet (çekilge) köşesine» çekilmiştir.
Gerek Safevi’ler devrinde, gerek OsmanlI’lar devrinde şairin korunmadığı, ömrünü «uzlette» sıkıntı ve darlık içinde geçirdiği, orada ise değerinin bilinmediği, devlet ileri gelenlerine sunduğu kasidelerden ve başka şiirlerinden anlaşılmaktadır. Nitekim, Safevi’ler devrinde «râtibe»sinin kesilmesi üzerine, «yeniden bir lûtufta» bulunulması için Muham-med-i Necefî’ye (Necefli Muhammed’e) sunduğu bir kasidede, «bu yoksullukla rahatının zor, bu hal ile dirliğinin güç» olduğunu, «binlerce gamın kendisine yöneldiğini», «bikes (kimsesiz)» olduğunu söylediği gibi; OsmanlI’lar devrinde Kazasker Kaadir Çelebi’ ye, Bağdat valisi Ayaş, Cafer ve Mehmet Paşalara sunduğu kasidelerle, Bağdat kadısı Seyyid Muham-med Gazi’ye sunduğu bir «hasbihal»de ve daha başka şiirlerinde hep yoksulluktan, dert ve gam içinde olduğundan yakınmış tır
«Çok şaşıyorum, (dünya) niçin bu yoksun beni hep yoksunluk hastası eyler? Başkasına çok ihsan ve geniş lûtufta bulunur da, bana gelince bol haksızlık ve çok zulüm eyler? Ey başkan! Fuzuli kulunu dünyanın yayı durmadan dert ve belâ okuna kalkan eyler.» (Kazasker Kaadir Çelebi’ye kaside) / «Gam ve dert askeri yetişip gönlümün ülkesini yağmâ eyler, ben gizli bir çekilgede iken yoksulluk benim sırlanmı açıp beni âleme rezil eyler» (Cafer Paşa'ya kaside) / «Ben kimim? Başsız ayaksız bir yoksul, en aşağı bir kul, güçsüz bir dilenciyim; çekilge köşesinde yoksulluk ile mahvolmuşum; dünya işevini yaratan (Tanrı), beni işsiz bırakmış; dünya bütün yoksulluğunu bana vermiş, ben de dünyayı istemesem ne çıkar? Tabiatça vahşiyim diyemem, zevk ve sohbet isterim ama, öyle bir ülke içindeyim ki, halkından hiç kimse bana ilgi göstermiyor, derdimi açacak kimse yok ki ondan derdime devâ isteyeyim.» (Bağdat Kadısı Muhammed Gazi’ye Hasbial şiiri).
Şairin 9 akça (1925 râyicine göre altın para ile 15 kuruş)9 gibi küçük bir paranın üstüne düşmesi, tâ İstanbul’a Şikâyetname göndermesi de çok sıkıntı ve darlık içinde bulunduğunu gösterir. Burada dikkati çeken bir başka nokta da, bütün tezkirelerin övgüyle andıkları şaire böylesine küçük bir para bağlanması, onun değerini —başta padişah olmak üzere— Osmanlı ileri gelenlerinin pek anlayamadıklarına işaret sayılabilir. Nitekim, Leyli vü Mecnun mesnevisindeki padişah övgüsü bölümünde, «Benim sözümde bir güç olsaydı, elbette ikbal sahibi olurdum; yücelik ve mevkie lâyık görülürdüm, huzura girmem uygun bulunurdu, İstanbul’a makbul düşerdim, dünya padişahına görünürdüm» demiştir. Aynı eserde, sakiye seslenirken de şunları söylemiştin
«Bir devirdeyim ki, nazım hor görülüp şiirlere değer biçme kıtlığı vardır; nazmın değeri öylesine aşağı görülüyor ki, vezinli söz küfür diye okunuyor; bir ülkedeyim ki, eğer kan yutup ibârelere can versem. bin ipliğe görülmemiş lâ’l dizsem, bin bahçeye nazlı gül eksem, hiç kimse ona bakmaz, güle diken ve lâ'le taş der; (...) Saki, merhamet et ki, kimsesiz ve dertliyim. Arkadaşsız, dostsuz ve zavallıyım; eski zamanın şairleri dünyaya gelince yüceltilerek yaşadılar, zaman onları yüceltti, her devir onlardan birini saygıdeğer kıldı; her birine bir şah koruyucu oldu, onlanh sözünün zevkine vardı; Türk, Arap ve Acem ülkelerinde zaman her şairin dileğini yerine getirmişti; halife Harun’un atası (bahşişi) Ebû Nûvâs’ı neşeli etmişti; Nizami, Şirvan Şah’ın lûtuflanyla gönül safâsı bulmuştu; Nevai, Horasan hükümdarı tarafından görülmüştü; söz mücevherine bakanlar, hazine verip mücevher alanlar kalmadığı için, güzel söz kalmadı ve güzel söz sahiplerine rahat kalmadı.»
Oturduğu yerde (Kerbelâ, Necef, Hille bölgesinde) kendisine ve sanatına değer verilmediğini çeşitli şiirlerinde sık sık anlatan Fuzuli, hünerine alıcı bulmak için gurbete çıkıp Bağdat’a gitmiş; orada da umduğunu bulamayınca, Safevi’ler zamanında Tebriz’e, OsmanlI'lar zamanında da -Diyâr-ı Rûm-a (Anadolu’ya, İstanbul'a) göçmeyi düşünmüştür. Bu konuda şöyle demiştir:
Oturduğu yerde (Kerbelâ, Necef, Hille bölgesinde) kendisine ve sanatına değer verilmediğini çeşitli şiirlerinde sık sık anlatan Fuzuli, hünerine alıcı bulmak için gurbete çıkıp Bağdat’a gitmiş; orada da umduğunu bulamayınca, Safevi’ler zamanında Tebriz’e, OsmanlI'lar zamanında da -Diyâr-ı Rûm-a (Anadolu’ya, İstanbul'a) göçmeyi düşünmüştür. Bu konuda şöyle demiştir:
«Bu ülke halkında bana karşı ne iyilik, ne de şefkat eseri var; ya bu kavimde marifet yok, ya bende yetenek yok» (Farsça kıta) / «Öyle bir yerde oturuyorum ki, zerre kadar itibarım yok» (Cafer Paşa' ya kaside) / «Bulunduğum yerde bana rahat gelmez, ister istemez zahmetlere düşüp ben onu ister oldum; değerimi yüceltmek için yolculuk hevesine kapıldım, çünkü, her malın değeri kendi yerinde elbette aşağı olur; o ülkede hüner kaybolmaktadır, çünkü satın alıcısı yoktur, sürüm sağlamak için yurdumdan çıktım; sevgi görmek için gurbeti seçtim, ne çare, olduğum yerlerde bu cins şeylerin pazan yoktur» (Ayaş Paşa’ya kaside) / «Fuzuli! Bağdatlı'la^da hiç acıma yoktur; bu ülkede meyvesiz geçen ömrüme yazık!» (Farsça şiir) / «Fuzuli! Bağdat’ta artık sıkıldın ki, zevk ve safa yeri olan Tebriz’e gitmek istedin» (Farsça gazel) / «Fuzuli! lütuf derecesinin çoğalmasını istersen, Diyâr-ı Rûm'u gözet, Bağdat toprağından ayni» (gazel), vb...
Sıkıntıdan kurtulma umuduyla, başka başka zamanlarda Tebriz ve İstanbul özlemi duymuş, hattâ bir Osmanlı valisine yazdığı kasidede «Eğer sen de acımazsan terk-i diyâr eylerim» (Mehmed Paşa’ya kaside) demiş olmasına karşın, Türkçe divanının önsözünde belirttiği üzere, «Doğduğu yer olan Irak-ı Arap’tan bütün ömründe başka memleketlere seyahat etmemiş»tir. Gerçi, Farsça divanının önsözünde, «seyahatten nefret ettiğini» söylemekte ise de, Irak-ı Arap dışında geziye çıkmayışını, gideceği yabancı ülkelerde değerinin anlaşılmayıp daha da sıkıntıya düşmesi korkusuna bağlayabiliriz.
Bağdat'ın Kanuni tarafından alınması üzerine, Osmanlı ileri gelenlerine kasideler sunmak üzere Bağdat'a giden Fuzuli, padişahın yanında sefere katılan bazı Osmanlı şairleri (Fuzuli’nin deyişiyle, «Rûm zarifleri») ile de tanışmıştır. Bunlardan bir tanesinin Hayali Bey olduğu bilinmektedir. (Âli, Künh-ül-Ahbâr). Fuzuli, Leyli vü Mecnun mesnevisinde, «Kitabın yazılma sebebi» bölümünde, «Rûm ülkesi zarifleri» ile bir saz ve içki meclisinde şiir ve şairler üzerinde sohbet ettiğini, onlann, kendisine, Leyli vü Mecnun hikâyesini yazmasını öğütlediklerini anlatmışsa da, bunların adlarım vermemiştir.
Fuzuli’nin Türkçe divanındaki kimi gazel, kıta ve rubailerinde görülen:
-Ak saç ve san yüz, öbür dünyaya göçmekten haber verdi, gül renkli yüzle dağınık saçı unut» / «Ey gönül, ecel geldi, sevgilinin yanağının zevki yetmez mi? Baştaki saç ağardı, sevgilinin saçının sevdası yetmez mi? Dünya bahçesinde, göç sesi kulağa geldi, ne duruyorsun? Yanağın gülünü seyretmek yetmez mi?» / «Saç ağardı, gel, yeter, bahtının aynasını karart, ömrünün kalan zamanını Tann’dan bağış dilemeğe harca» / «Arkınla gam ve tasa çekip ihtiyarladım; ey genç, canın için bu ihtiyara acı»
yolundaki sözlerle, Farsça divanında görülen:
«Fuzulil artık ihtiyarladın, dünyadan zevk almayı düşünme; çabuk geç git ki, dünya ancak gençlere tat verir»
anlamına gelen sözler, onun epey uzun yaşadığını gösterir.
Fuzuli’nin hemşerisi ve çağdaşı Ahdi’nin yazdığına göre, şair, hicri 963 (milâdi 1556) yılında Irak’ ta »taun (veba) hastalığından» ölmüştür. Son zamanlarda bulunup yayınlanan bir belgede, «962 yılında Bağdat’ta iki büyük taun olduğu»10 yolundaki cümle, Ahdi’nin verdiği bilgiyi doğrulamaktadır. Riyazi ve Faizi tezkirelerinde de «Dokuz yüz altmış üçte fevt olmuştur (ölmüştür)» denmiş ve -Geçti Fuzuli* sözü tarih düşürülmüştür. Kınalı-zâde Haşan Çelebi ve Beyani tezkirelerinde «970 (milâdi 1562/63) sınırında» öldüğü yazılı ise de, bu yanlışlığın, -geçti* sözünün -göçtü* okunmasından ileri geldiği sanılıyor. Kâtip Çelebi de, Keff-üz-Zünun’da, şairin ölümünü kimi yerde 963, kimi yerde 970 olarak göstermiştir. Tanzimat’tan sonra yetişen kimi yazarlar — herhalde Kınalı-zâde ve Beyani tezkirelerindeki yanlış bilgiye dayanarak, fakat kaynak da göstermeyerek— şairi «970 sınırında» dolaşan tarihlerde ölmüş diye göstermişlerdir; bunlardan kimisi h. 975’ te, kimisi 972’de, kimisi 970’te1-’’ kimisi 969’ da öldü diye yazmıştır.
Mezarının nerede olduğu da belli değildir. Ker-belâ’daki bir Bektaşi tekkesinde, tekkenin kurucusu ve Fuzuli’nin çağdaşı Abdûlmûmin Dede adh bir Bektaşi şeyhinin yanında gömülü olduğu söylentisi, hiçbir tarih temeline dayanmamaktadır. Bununla birlikte, şiiler arasında, Kerbelâ ve Necef gibi kutsal topraklara gömülmeyi isteme geleneği gözönüne alınarak, zaten Kerbelâ’lı olan Fuzuli’nin Kerbelâ’ya gömülmüş olabileceği düşünülmektedir.16
Fuzuli’nin «Fazli» adlı bir oğlu olduğu, bunun da Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazdığı, özellikle muamma ve tarih söylemekte başan gösterdiği Ahdi tezkiresinde yazılıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz, «Hille’de iki şair van Fazli oğul, Fuzuli baba, vb.» anlamına gelen Farsça bir dörtlük ile, Bağdatlı Ruhi’nin divanında Fazli’den söz eden beyitler bulunması; ayrıca, Bağdat'ta yapılan bir camie Fazli’ nin h. 978/1570 tarihini gösteren bir tarih manzumesi yazması gibi belgeler, Ahdi’nin sözlerini doğrulamaktadır. Son zamanlarda bulunan bir belgede, Kanunî ve II. Selim devri tabiplerinden Nidayi Çelebi’ nin Fuzuli’den söz eden bir fıkrasında, «Evlâtlarından Fazli Çelebi ile ziyade sohbet ve dostluluk ettik» demesi, Fuzuli’nin birkaç çocuğu olduğunu düşündürmektedir.
SANATI:
Türkçe divanının önsözünde, şiirin her şeyden önce bir yetenek işi olduğunu, kendisinin daha okulda öğrenci iken, çok genç yaşta şiir yazmağa başladığını, fakat »bilimsiz şiirin temelsiz duvar gibi olduğunu» anlayarak, bir süre kendini «aklî» ve «nakli» bilimleri öğrenmeğe verdiğini söyleyen Fuzuli; Farsça divanının önsözünde de, daha çocukluğunda •istidadının karşısına şiir sevgisi kapılarının açıldığını, fakat bilim kazanmağa karşı duyduğu ilgi ve çabanın kendisine bunu yasak ettiğini, şiir gerçekten güzel olmakla birlikte insanı bilim kazanmaktan alıkorsa o zaman işin değişeceğini» anlatmıştır.
Gerek kendisinin, gerek tezkirecilerin belirttiğine göre, üç dilde (Türkçe, Arapça, Farsça) şiirler yazmış, bunlan ayn ayn divanlarda toplamıştır.
Bir kıtasında, «Farsça ile söylenmiş şiir çoktur, Türkçe ile ince şiir söylemek güç olur; Türk dili nazma girince, çoğu sözler bağlantısız ve düzensiz kalıyor; Tann yardım ederse bu güçlüğü kolaylaştıracağım, nasıl ki ilkbahar olunca dikenden gül yaprağı çıkar» diyen Fuzuli, bu güçlüğü yenmekte, kendinden önce yetişen, ya da kendi çağdaşı olan Azeri şairleriyle ölçülemeyecek kadar üstün bir başarı göstermiştir. Azeri lehçesiyle yazan, bir yandan da, etkisi altında kaldığı Lûtfi, Nevaî gibi bazı Çağatay şairlerinin şiirlerine nazireler, tahmisler, vb. düzenleyen Fuzuli’nin şiirlerinde yer yer bolmak (olmak), açılgan, yıkılgan (açılan, yıkılan), canımga, kaşmga (canıma, kaşına), kılmagay (kılmasa), vb. gibi Çağatay lehçesi özellikleri de görülmektedir. XVI. yüzyıl Osmanlı tezkirecileri, ondan söz ederlerken, «Ne-vai tarzına yakın, gönül aldatıcı ve acayip üslûbu vardır» (Lûtfi, Kınalı-zâde Haşan Çelebi), «Nevayı ile Türkçe (Türkiye Tûrkçesi) arasında güzel bir üslûp seçmiştir» (Beyani), «Şiirlerini Nevayi tarzında yeni bir tarz ile yazmıştır» (Riyazi) demişlerdir ki; bu sözler, onun dilindeki Çağatayca etkilerine bağlanabileceği gibi; o çağda Türkiye’de Çağatay lehçesinin tanındığı, Azeri lehçesinin ise —Çağatay ve Türkiye lehçelerinden ayn— bağımsız bir lehçe olduğunun daha bilinmediği yolunda da yorumlanabilir. (Oysa,Fuzuli’den önce yetişen Nesimi, Habibi, vb. gibi Azeri şairleri Türkiye’de tanınmakta idi.)
Fuzuli’nin özellikle Leyli vü Mecnun mesnevisinde görülen bazı söyleyişleri, bugünkü şivemize aykırı düşmektedir: Bakabilmedi (bakamadı), tanıyabil-medim (tanıyamadım), od yandırabilmeyebilir mi (ateş, yakmamazlık edebilir mi?), bilmezsin mi ki (bilmez misin ki), hayaldir mi (hayal midir?) vb... Fuzuli’nin bugünkü şivemize uymayan bu yoldaki söyleyişlerini değerlendirebilmek; onun, sözleri kendi keyfince kullanıp kullanmadığını anlayabilmek için, XVI. yüzyıl Azeri lehçesini bu bakımdan incelemek gerekir.
Nazım ve nesir alanlarında pek çok eser veren şair, özellikle gazel yolundaki şiirlerinde, bir de Leyli vü Mecnun mesnevisinde sanat gücünün doruğuna çıkmıştır. Türkçe divanın önsözü içindeki manzum bir parçada, «Şairin gücünü gazel bildirir, nâzımın ününü gazel arttırır; ey gönül! gerçi şiirin bir çok çeşidi vardır, sen hepsinin içinden gazeli seç.» demiştir.
Gazellerinde anlatım açıklığına önem veren şair, kasidelerinde anlam ve söz oyunlarına aşın düşkünlük göstermiştir. Nitekim, Farsça divanının önsözünde bu tutumunu şöyle anlatır:
«Kolay anlaşılmaz bir üslûba ve mazmun inceliğine karşı yaratılışımda bir sevgi vardır; bunun için kalemim daima kaside ve muammaya eğilim gösteriyordu. (...) Gazel üslûbunda kapalı mazmunlar, anlaşılmaz sözler kimseye heyecan vermez.» Türkçe divanındaki bir kıtada da.- «Gazelin etkisi genel olmalı, safa ve neşeye düşkün kimselerin diline dolanmalı, anlamı zevk verici ve çabuk meydana çıkar olmalı, ibaresinin kapalı olmasında ve her yerde işitenleri usandırmasında ne fayda var?» demiştir. Bu sözler, divan şiirinde her şairin ortaklaşa kullanmak zorunda bulunduğu kalıplaşmış sözsanatlarını (tevriye, leff û neşr, tenâsüb, vb.) gazelde kullanmadığı, gazellerini yalın bir anlatımla yazdığı anlamına gelmez elbette; gazellerinde de anlam ve söz sanatlarına düşkünlük göstermişse de, bunların, orta derecede öğrenim görmüş kişilerce anlaşılabilir kalıplaşmış sanatlar olmasına dikkat etmiş, özel bir eğitim ve bilgiyi gerektiren «kapalı mazmunlar ve anlaşılmaz sözler»den kaçınmıştır.
Fuzuli’nin şiirleri, ana çizgileri bakımından dindışı şiirlerdir; içlerinde yer yer tasavvufu okşayan parçalara da Taslanan bu şiirler, çoklukla aşk teması üzerine kurulmuştur. Nitekim, bir gazelinde, kendisi de:
Benden Fuzûli isteme eş'âr-ı medh ü zem
Ben âşıkam hemişe sözüm âşıkaanedir'
(Fuzuli! benden övgü ve yergi şiirleri isteme; ben âşı-kım, sözüm daima âşıkanedir.)
demiştir. Bir kıtasında geçen:
Aşk imiş her ne var âlem
İlm bir kil ü kaal imiş ancak
(Dünyada ne varsa aşk imiş, bilim ancak bir dedikodu imiş.)
dizeleri, bu konudaki en ünlü sözlerindendir. Bu aşk, genellikle manevî bir aşktır; sevgiliyle buluşma (visal) amacı gütmez. Bunu, gerek kendi ağzınd,an, gerek Leyli vü Mecnun mesnevisinde Mecnun ağzından yazdığı gazellerde açıkça anlatmıştır:
Âşıka ancak tasarruf suz temaşadır garaz
(Aşıkm maksadı, ancak sahip olmadan seyretmektir.)