Mısır Uygarlığı Yeni İmparatorluk Dönemi

YENİ İMPARATORLUK DÖNEMİ (M.Ö. 1580-1085)

Dışta, Mısır siyaseti yeni meydana gelen olaylara uygun biçimde değişiklik geçiriyordu. Hyksoslar’ın istilası Mısır’ın en çok, Asya’dan gelen sataşmalardan korkması gerektiğini açıkça göstermişti. Böyle bir tehdidin tekrarlanmasını önlemek için, on sekizinci sülale, Asya’da bir Mısır imparatorluğu kurmağa çalışacak ve bu siyasetin, Mısır uygarlığının geleceği bakımından son derece önemli sonuçları olacaktı. Filistin, Fenike ve Lübnan’ın fethedilmesi, Mısır’a Asya’da sağlam bir harekât üssü sağladı; özellikle Fenike limanlarına sahip olmak, Mısır birliklerini denizden daha kolayca götürmeğe elverişli oluyordu.
Tutmes IV (1425 – 1405) Mitanni Kralı’nın kızlarından biriyle evleniyor. Bu ittifak aslında, Mısır’a kafa tutmağa yetenekli tek devlet olan Hitit imparatorluğu’na karşı yöneltilmiştir.
Amenofis (1405-1370) hiçbir bakımdan kendinden önceki krallara benzemiyordu; gevşek ve tasasızdı, Asya’daki Mısır politikası onu ilgilendirmiyordu. Bu davranış Mısır imparatorlu-ğu’nun gerileme sebeplerini bir bakıma açıklar. Asya’da fetihler yapma politikası XIX. sülalenin hükümdarlarınca yeniden ele alındı.
Hitit Kralı Mursil II, bu Mısır ilerlemesini durdurmağa çalıştı ama, Kadeş’te yenildi (1315). Buna rağmen Sethi I, otoritesini Suriye’de sağlam olarak kurmayı başaramadı. Bu yüzden, ikinci Kadeş seferi askeri harekâtta bir duraklama dönemini gösterir ve Mısır, Sethi l’in krallığının sonuna kadar artık Asya siyasetine karışmaz.Mısır’ın aradan çekilmesi Hititler için elverişli bir durumdu; böylece, yeniden Suriye ve Lübnan’ı kontrol altına almış oluyorlardı.Mısır ile Hatti arasındaki çekişme sonsuza kadar sürebilirdi. Ama Muvatalli’nin ölümü (1282), Hitit imparatorluğunun geleceğini değiştirdi. Gerçekten, ondan boşalan yere yeni bir prens geçeceği sırada Hatti’yi güçsüz düşüren büyük karışıklıklar oldu. Bir başka yönden, Asur’un yeni beliren kudreti Hitit hükümdarlarını kaygılandırmağa başlıyordu. Bütün bu koşullar Hitit politikasının, birdenbire bir dönüş geçirmiş olmasını, açıklar. 1275’ten sonra Hatti hükümdarı Hattuşil III, Ramses II ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Tarihte Kadeş Barışı olarak geçen bu antlaşma Batı Asya’ya yarım yüzyıllık bir barış sağlıyordu. Bununla birlikte Asya’yı yine de yeni tehlikeler tehdit ediyordu. Bu tehlikelerden biri Asur devleti, öbürü, Balkanlar’ı ve Küçük Asya’yı işgal edecek olan Hint-Avrupa dalgalarının gelişiydi. Ramses lll’ün güçlü direnişi Mısır’ı büyük bir felaketten kurtardı: Hint-Avrupalılar, Mısır yazıtlarında “deniz kavimleri” diye adlandırılan topluluklar durduruldu.Mısır, duruma hâkim olarak Asya’da imparatorluğunu yeniden kurdu. Ardından gelen güçsüz ve otoritesiz prensler Ramses lll’ün eserini tehlikeli durumda bıraktılar ve yeni imparatorluğun sonunda (1085), Mısır artık Asya politikasını elden bırakmıştı. Tutankhamun’un mumyası
dı. Sethi l’in halefi Ramses II (1298 -1232), güçlü ve hırslı bir prensti; Mısır’ın kudretini tehlikede bırakmak onun tabiatına uygun değildi. Hitit hükümdarı Muvatalli de aynı derecede hırslıydı. Böylece bu iki prens arasında savaş, kaçınılmaz hale geldi. Muvatalli Mısır’a baskın yapmak için erken davranarak güçlü bir koalisyon kurdu ve Kadeş yakınında bir ordu topladı. Ramses II hemen Filistin’den dört ordu ile yukarıya doğru ilerledi. Kanlı bir savaş başladı. Ramses II yenik düşmek üzereyken kişisel yiğitliğiyle durumu kurtardı, savaş alanına hâkim kaldı (1292).
On sekizinci sülale zamanında imparatorluğun genişlemesinin sonucu, yalnız kuruluşlarda köklü değişiklik olmadı; bu genişleme, imparatorluğun yapısını da değiştirdi. Mısırlı halklar Asyalı halklarla aralıksız temas halindeydiler; bu yüzden, imparatorluk, bir dereceye kadar kozmopolit (dünya vatandaşı) oldu. Bu halkların bütününe göre, Mısırlıların geleneksel dininde fazla özel çizgiler vardı: Daha evrensel bir dine karşı duyulan ihtiyaç, dini ayrılığının nedeni olmuş gibidir. Ama bu şartlar din devrimini açıklamağa yetmez, din devrimini teşvik eden hükümdarın, benzeri olmayan kişiliğini de hesaba katmak gerekir.
Amenofis IV (1370-1352), inançları etkisiyle olduğu kadar siyasi sebeplerle de tahta geçtiğinden beri Amon rahiplerinin iktidarına karşıydı; sonra, Teb’i bırakarak Akhetaton (Teli el Amarna) adlı yeni bir başkent inşa etti. Amenofis (Amon hoşnuttur) adını da Akhnaton (Aton’un parlaklığı) adıyla değiştirdi. Böylece, geleneksel dinden kopuyor ve tek tanrı Aton, tanrılaştırılmış güneş dairesi (Güneş kursu) kültünü kuruyordu. Bu yeni tektanrıcılıkta kral, büyük rahip ve peygamber görevlerini yerine getiriyordu; eski ahlak anlayışı ortadan kalkıyor ve yerine son derece özgürlükçü bir doğacılık geçiyordu, içtenlik, bireysel yönelişlerle eylemler arasında uyum, din yükümlülüklerinin başında yer alıyor. Yeni din, yaşama sevincini, doğaya ve canlı varlıklara aşkı, aşırı derecede övüyordu. Pekâlâ bilinir ki din üzerine bu kadar köklü bir reform sert bir karşı geliş uyandırmadan yapılamazdı. Hükümdar, eski kültlere karşı aldığı sert tedbirlere rağmen ülkenin bütününe kendini kabul ettirmeyi başaramadı. Başkaldırmalar o kadar güçlü oldu ki ömrünün sonunda Akhnaton, Amon rakipleriyle bir yakınlaşma sağlamayı bile denedi. Yerine gelen Tutank-haton Teli el Amarna’da üç yıl kadar Aton kültürüne bağlı kaldı; sonra birdenbire eski dine döndü ve Amon rahiplerine boyun eğdi. Adını Tutank-hamon adıyla değiştirdi. Aton devrimi yenilmişti ve bir an tehdit altında kalan Amon kültür önemli bir sınavdan yengin çıkıyordu. Amon rahipleri bu sonuçtan sivil iktidar için tehlikeli bir güç ve gurur elde etmiş oluyorlardı.
MEZOPOTAMYA’NIN GELİŞİMİ
Nil ve indüs gibi uzak ırmak vadilerinde Mısır ve indüs uygarlık biçimlerinin ortaya çıkışlarıyla birlikte, Mezopotamya Vadisi içindeki uygarlık bölgesinin genişlemesi de uygarlık saflarının güçlenmesine önemli bir katkıda bulundu. Gene de bu tür karmaşık topluluklar, gelişmeleri için sulama yapılan ırmak vadilerine gereksinim duydukları ölçüde, zorunlu olarak, insan yaşamının bir barbarlık deniziyle kuşatılmış seyrek karşılaşılan ve yabancı türleri olmak durumunda kaldı.
Yağmurla sulanan topraklar da uygar toplum yaşamına olanak verecek uzmanları besleyebilecek duruma sokulabilirse, uygarlık, ancak o zaman tüm yeryüzüne egemen olabilirdi. Bu ise, M.Ö. 2000’den az önce başlayan ve ancak M.S. 19. yüzyılda sona eren, tamamlanması neredeyse dört bin yıl alan bir süreçti.
Uygarlığın yağmurla sulanan topraklara yayılışı tartışma götürmez bir gerçek olmakla birlikte, ilk gerçekleştiği dönemin tüm ayrıntıları bilinmiyor. Örneğin M.Ö. 1200 dolaylarında Mezopotamya, içlerinde en çok tanınanları Küçük Asya’daki Hitit toplumuyla Suriye ve Filistin’deki Kenan toplumu olan bir dizi uydu uygarlıkla ya da uygarlığın eşiğindeki toplumlarla çepeçevre sarılmıştı. Mısır çölleri Nil’in iki yanında benzeri gelişmeleri önledi; fakat, arkeoloji tarafından daha kanıtlanmamakla birlikte, indüs uygarlığının öğelerinin Güney ve Orta Hindistan’daki sulama yapmayan halkların yaşamını etkileyecek biçimde güneye ve doğuya doğru sızmış olması imkanı vardı; bu durum belki de gerçekleşmişti.
Yağmurla sulanan topraklarda uygarlığın filizlenebilmesi için neyin gerekli olduğunu saptamak güç değil. Bir kere çiftçilerin bir yiyecek fazlası üretebilmeleri gerekmişti, ikinci olarak, bu yiyecek fazlalarını, onları üreten çiftçilerin elinden alıp, artık zamanlarının çoğunu köylü çoğunluğu gibi tarlalarda çalışarak harcamak zorunda kalmaksızın, yüksek zanaatları ve gizli bilgileri özgürce geliştirebilecek bir dizi uzman için kullanacak toplumsal düzenek gerekmişti.
Yiyecekleri üreticilerden alıp uzmanlaşmış tüketicilere aktaran toplumsal düzeneklerin kaynağı ve niteliği de, aynı derecede bugünkü bilgimizin sınırları dışında. Fetih ve ticaret muhtemelen iki temel etmendi. Fakat fatihler ve tacirler, karşılaştıkları toplumsal önderlik biçimleri üzerinde, ırmak vadilerinin sulama alanları ötesinde gelişmeye başlayan uygarlaşmış ya da uygarlık eşiğindeki toplumlar arasında oldukça çeşitli yapılar oluşturacak farklı etkilerde bulundular.
Örneğin Küçük Asya’nın kuzeydoğusunda, Asurlu tacirler tarafından M.Ö. 1800 dolaylarında yazılmış olan birçok kil tabletin bulunuşu, Hitit uygarlığının doğuşuna bir göz atmamıza imkan verir. Daha o tarihlerde yerel yöneticiler çevrelerinde askerler, rahipler, tacirler ve zanaatçılar toplamaya başlamışlardı bile. Böylece bu tarihten yüz yıl kadar sonra, Hitit başkenti Hattuşaş’ta gelişecek olan saray yaşamını daha küçük çapta önceden gerçekleştirmiş bulunuyorlardı.
Hitit yaşamının birçok yönü doğrudan Mezopotamya’dan alınmaydı. Örneğin çiviyazısı ve Mezopotamya dilinin bazı mitosları, Mezopotamya’dan alınmış kültür öğeleriydi. Aynı zamanda yerel gelenekten alınan bazı önemli öğeler de varlıklarını sürdürdü. Bunun sonucu, Mezopotamya’nın tüm bölgeye yayılmış özellikleriyle başka yerlerde görülmeyen yerel özelliklerin karışmasından oluşan bir karma kültürün ortaya çıkması oldu. Mezopotamya modelleriyle sıkı ilişkisine karşın, Hattuşaş heykelciliğinin şaşmaz biçimde kendine özgü oldukça hantal biçemine bakılırsa, Hitit sanatının bu durumdan doğan kültürel sonucu duyarlı bir biçimde yansıttığı görülür.
Hitit toplumu birkaç farklı etnik gruptan oluşur; öyle ki, bir grubun ötekini fethiyle, üzerinde Hitit uygarlığının yükseldiği toplumsal farklılaşmanın temellerinin atılmış olması olasıdır. Ancak yerel şefler ve yerel yöneticiler elleri altında belli bir miktarda servet ya da işgücü topladıktan sonradır ki, uygar toplumun tacirleri gerçekten ticaret yapmaya başlayabildiler. Uzak uygarlık ülkelerinde üretilen mallar, sıradan çiftçilerin ilgilerini çekemeyecek kadar pahalıydı.
Uygar toplumun tacirlerinin bunlarla değiştirmek isteyecekleri şeylerin -örneğin madenlerin, kerestenin ya da öteki hammaddelerin- taşınmaları ya da öbür satışa hazırlama işleri için çoğu kere oldukça incelikli işlemlerden geçirilmeleri gerekliydi. Bu tür girişimler için insan gücünü örgütleyen ve uygar toplumların tacirlerinden bez, madeni eşya satın alan kişilerin, bu işleri, bir etnik grubun ötekini ele geçirmesi olayında, ele geçiren grubun önderleri olarak, başlangıçta elde ettikleri servet ve kudret sayesinde yapabilmiş olmaları çok olası.
Hitit heykelciliğinin özelliğini oluşturan silahlı insanların hep ön planda yer alışları ve bu insanların heybetli görünüşü, kurbanlarından fatihlerin zevklerine hizmet edecek zanaatçıların ve öteki uzmanların yaşadığı küçük kentlerini besleyebilecek çapta rantlar ve hizmetler istemek durumunda olan fatihlerin ağır tehdidine işaret etmektedir.
Mezopotamya’ya komşu olan öteki ülkeler de, hemen hemen aynı toplumsal evrimden geçmiş görünür. Batıdaki Kenanlılar, daha çok tacir daha az asker bir toplum kurmuş olabilirler; fakat Dicle Vadisinin kuzeyindeki ve doğusundaki dağlık ülkelerde yaşayan Hurriler, Elamlılar, askeri yönü ağır basan ya da haklarındaki çok eksik bilgilerimize göre bize öyle görünen bir yol izleyerek, uygar Mezopotamya yaşamı çizgisinde, ancak onun kendilerine özgü çeşitlemelerini geliştirdiler.
Daha da uzak ülkelerde, dağların ötesindeki bozkırda, çoban topluluklar, özellikle silah takımlarını geliştirebilecek ya da giysilerinin görkemini artıracak madenlerle ilgilendiler. Örneğin M.Ö. 2500 dolaylarında Kafkas Dağlarının kuzeyindeki Kuban Vadisi’nin şefleri, mezarlarını güzel tunç silahlarla ve mücevherlerle döşemeye başladılar. Tunç zaten savaşçı olan bozkırın barbarlarını daha da korkunçlaştırdı. Gerçekten, çevrelerindeki uzak yakın tüm komşularını egemenlikleri altına alabileceklerini kanıtladılar. Böylece, bozkırdan sel gibi boşalan, tunç kullanan barbarlar, örneğin, M.Ö. 2500 u izleyen altı yüzyıl içinde, kendilerinden önce buralarda yaşamakta olan toplulukları yenerek ve zamanla özümleyerek Batı Avrupa’yı istila ettiler.
Şiddet kullanma alışkanlıkları ve askerlik erdemlerine hayranlık, AvrupalIların bilincine, bu tunç çağı barbar istilalarıyla derin bir biçimde yerleştirildi. Finler, Estonyalılar, Macarlar, Basklar dışında günümüz Avrupasının tüm halkları, dillerini, Tunç Çağı fatihlerince getirilen ve Avrasya’nın batı bozkırlarından kaynaklanmış bir eski dilden (ya da birbirleriyle yakın ilişkili dillerden) aldıkları için, bu akınlarla Avrupa aynı zamanda dil alanında da Avrupalaştı.
Çeşitli dalları yalnız Avrupa’da değil, İran’da ve Kuzey Hindistan’da da konuşulduğu için bu diller ailesine Hint-Avrupa dilleri denir. Söz konusu dillerin günümüzdeki yayılış biçimi, bozkır barbarlarının, kaba yiğitliklerinin çağın en ileri tunç silahlarıyla desteklenmesiyle, hem doğuya hem de batıya doğru fetih yapma olanağı bulduklarını gösterir.
Örneğin Ortadoğu’da Hint-Avrupa dili konuşan küçük savaşçı toplulukları, Hurriler denen dağlı halk arasına yönetici olarak yerleşmiş görünür. Aynı şey daha doğudaki Kassitler hakkında da söylenebilir. Hatta en önemli etnik grupları Sami dili konuşan Hiksoslar bile, Hint-Avrupa dili konuşan birkaç topluluğu içlerine almıştı, indüs Vadisinin Aryanlar tarafından fethedilmesi ve eski indüs uygarlığının yıkılması, bu barbar göçünün bir uç örneğini oluşturur. Daha az bilinen öteki kabileler (Tochariahlar) daha da doğuya, belki daha ileri bir tarihte, ta Çin sınırlarına kadar yürüdüler.