Osmanlıca Numune-i Edebiyat-ı Osmaniyye’den Çeviriyazılı

Merhabalar, Bu yazıda Ebuzziya Tevfik‘in Numune-i Edebiyat-ı Osmaniyye isimli eserinin çevirisini paylaşacağız. Bu eseri ayrıca kitapçılarda ve kütüphanelerde de bulabilirsiniz. Çevirili ve orjinal Osmanlıca metin hali bir arada şekilde yayınlanmış. Elimde PDF‘si var ancak kitabın telif haklarından dolayı paylaşamam. Osmanlıca metin ise üzerinden 70 sene geçtiği için telif hakkından düşüyor.

Ashab-ı Mütealaya
Hüsn-i ifâde birinci derecede güzel düşünmekle ve ikinci derecede güzel düşünüp de, güzel yazanların âsârını nümûne tutmakla müyesser olur.
Güzel düşünmek bir dereceye kadar tahsile ve her şeyden ziyâde isti’dâda muhtâcdır. Pek kaba zihnli âdemler biliriz, hiç yazı bilmez edîbler işidiriz, ki meydâna getirdikleri eserlerin bir mısrâ’ı veyâ bir ibâresi dünyânın en büyük âlimlerini, hakimlerini hayretde bırakır.
Câhil olur ki güzel düşünür; güzel yazar; güzel yazmanın yollarını îcâd eder. Onun isti’dâdına bir de ma’rifet munzamm olursa âsârına birkaç kat revnak vermesi ümûr-ı tabîiyyedendir.
Alim olur, ki isti’dâdı güzel düşünmeğe, güzel yazmağa

ve hele güzel yazmanın yolunu îcâda kâfi değildir; tahsil kuvvetiyle güzel düşünebilir; güzel yazabilir; ve belki güzel yazmak içün tarîkler de îcâd eder.
Asrımızda bulunan üdebâ, bu mukaddemâtı kabûl et-diklerindendir, ki isti’dâd-ı fıtrîye tehayyürle berâber dâimâ tabiatı, hüsn-i tasavvur ve hüsn-i ifâde ve belki iktidâr-ı îcâda sevk edecek esbâb ile uğraşırlar. Yukarıda îmâ etmiş idik, ki o sebebler halka kâide vü misâl göstermekden ibâretdir.
Edebiyyâtda bir hâssa görülmüş, kâide o kadar fâide vermiyor! Meselâ en büyük bir âlim-i riyâzî, en küçük bir sarrâf kadar fâiz-i mürekkeb hisâbında sür’at ü mahâret göstermediği gibi, en büyük bir meânî hâcesi, en küçük bir gazete muharriri kadar “kâtib” olamıyor!
Hîç şübhe yokdur, ki bir gazete muharriri edîb olmak içün iktizâ eden esbâba, bir meânî hâcesi kadar mâlik olamaz. Buna ise hîç şübhe yokdur, ki dünyâda ne kadar meânî hâcesi varsa edîb olmak isti’dâdından mahrûm ve ne kadar gazete muharriri varsa edebiyyâtca tahsil ihtiyâcından vâreste ve maa-mâ-fîh ashâb-ı tahsilin fevkinde bulunmağa muktedir değildir.
Bu mütâleâta mebnî teşrîh-i ilel kavâidini erbâbına bırakarak yalnız milletimizin edebiyyâtına hidmet içün emsâli hâvi bir mecelle tertibini her dürlü teşebbüsâtın en mühimmi add eyledim.

Bu mecellede tutdugum usûl mâzîdcn hâle nazardır; fikrimin sahih olup olmadığını ise, âsâr-ı münderice irâe eder sanırım. Ecdâdımıza bakmalı da, ne olmaklığımız lâzım geldiğini ondan anlamalı. Yoksa yazdığımız şeylere Veysî’lerin, fülânların âsârı mehekk add olunursa cdebiyyâtımızın istikbâli emin olamaz.
“Mâzî nedir? Bir mevt-i ebedî!.” kavli, ki akvâl-i bâkiyye-i Kemâl’dendir; lisânımıza tatbik olunursa Âkif Pâşâ’nın zuhûrundan evvel bu da’vânın hakikatini isbât içün yüz bin şâhid bulabiliriz.
Siz ihtimâl, ki okudunuz! Lâkin hiç me’mûl etmeyiniz ki evlâdınız [Hamse-i Nergisi] veyâ [Siyer-i Veysî] okumağa muktedir olabilsin! Eğer o iktidârı hâsıl etmeğe sarf-ı ömr ederlerse, yazık kendilerine, yazık millete, husûsan ve husûsâ yazık size!
Hâl ma’lûmdur, ki son nefes kabîlindendir; istikbâl ise şimdilik biziz. İleride de evlâdımız olacakdır.
Altı yüz senelik bir milletin efradı arasında yüzlerle ashâb-ı kalem gelmiş iken, topu yigirmi kadarının kabûl edilişi, ihtimâl ki muhâfazakârân-ı inşâ indinde vesîle-i i’tirâz add olunur; fakat bizce hükmsüzdür. Çünki biz edebiyyât denilen nâtıka-i vicdânı, muammâ kıyâs eylemiş

olsa idik, o hâlde Hümâyün-nâmeler, Şefîknâmelere, Okçu-zadelerin, fülânların âsârında misâl intihâb ederdik.
Fi’l-hakîka zamânımızda âsârını kabûl etdigimiz zevâtdan başka bir hayli münşimiz daha gelmişdir. Ne çâre ki ekserini üdebâ-yı ma’hûde âsârını mukallid, ya’nî edebiyyâtı başka nokta-i nazardan muhâkeme eden takımdan bulduğumuz içün, eserlerini kabûle lüzûm görmedik. Meselâ Ziyâ Beg’in (Ziyâ Pâşâ merhumun) gerçekden inşâ ıtlâkına sezâvâr olan şimdiki âsâr-ı edebiyyesiyle mukâyese ve binâen aleyh müâhaze fikri olmamış olsa idi, Endülüs Târihi’ni intihâb-ı âsâr içün değil ıttılâ’-ı vekâyi’ maksadıyla da ele almakda tereddüd ederdik.
Şurasını kayda lüzûm görürüz, ki maksadımız üdebâ-yı sâlifenin kâbiliyyet ü marifetlerini inkâr değil, belki fazilet ü kudretlerini teslim ile berâber, mesleklerinin, meslek-i hakikate muvâfık olmadığını ihtârdır.
(fî-1292 Rados-Şövalye Kullesi) Ebüzziyâ Tevfîk
Daha fazlası için yorum yapın.