Osmanlıca Metin, Hikaye: Süfli İhsan, Refik Halit Karay,

Merhaba Osmanlıca severler. Bu yazıda sizlerle Refik Halit Karay‘ın Tanıdıklar isimli kitabından Süfli İhsan isimli hikayesini Osmanlıca metin olarak paylacağız. Ardından birlikte günümüz Türkçesine çevirisini yapmaya çalışacağız.
Ufak tefek hatalarımız olursa yorumlarda belirtmenizi ayrıca beğendiyseniz bunu da yine yorum yaparak göstermenizi rica ediyorum. Zira yazıya kim ulaştı yazı ilgi gördü mü? Yoksa görmedi mi bilemiyorum. Bu hikayelerin devamının gelmesini istiyorsanız yorum yapın.
Tanıdıklarım isimli hikaye Refik Halit Karay’ın bildiğiniz mizahi, hiciv dolu üslubunu yansıtan hikayelerden oluşuyor. Yeni alfabeye geçiş döneminden hemen önce başlayan dilde sadeleşme akımının gönüllü bir uygulayıcısı olduğu için de özellikle Osmanlıca öğrenmeye yeni başlayanlar için günümüz Türkçesine yakın bir dil sağlıyor. Refik Halit Karay’ın eserleri ile rahatlıkla okumanızı pekiştirebilirsiniz.
Günümüz Türkçesi ile yazılmış olan metinleri okuyup Osmanlıca okuyorum ben yanılgısına düşmeyin. Nehcül Feradisi okuyabildiğiniz ve anlayabildiğinizde, Divan Edebiyatından eserleri okuyup anlayabildiğinizde Osmanlıca biliyor olursunuz. Gerisi sadece günümüz Türkçesini farklı alfabe ile okumaktan ibaret kalır bu nedenle Divan Şiiri tahlilleri yapan eserlerden de mutlaka okuyun. Bu konuda ilginiz varsa kendinizi bu şekilde geliştirebilirsiniz.
PDF’yi görüntüleyemezseniz ilgili yazıya yorum yaparak bunu belirtin. Erişim istekleriniz ulaşmıyor.
Refik Halit Karay, Süfli İhsan Hikayesi
Günümüz Türkçesiyle:
İlk tanıştırdıklan gün el bile vermedim , iki kelime bile görüşmedim, içim istikrahla (tiksinme) dolmuştu, bir bahane bulup erkence yanından kaçtım. Fakat sonraları ahlakının güzelliği, sohbetinin lezzeti, herkesinkine benzemeyen fikirleri hatırı sık sık görüşmeye, iğrenmekle beraber hoş görmeye, hatta sevmeye başladım.
Ona arkadaşları arasında “Süfli İhsan” derlerdi. Mutfak paçavrası, tahta bezi, nargile tıpacı gibi insana daima yarı ıslak, rutubetli ve çürük tesiri yapan bumburuşuk lekeli ve yağlı elbisesine dokunmamaya çalışarak konuşurduk. Zaten bir kat elbisesi olurdu; onu arkasına geçirir, ta paralanın-caya kadar, ütü, fırça, silgi görmeden, aylarca taşırdı; sonra yenisini ısmarlar, artık el sürülemeyecek bir hale gelen eskisini atılmak üzere terzide bırakıp çıkardı… Fakat bu yeni ütülü, katı elbise içinde bir türlü rahat edemediğinden, birkaç hafta adeta tedirgin olur, neşesini kaybeder ve bir an evvel buruşturup eski haline sokmak için şuraya buraya atar, çamurlara batar, hırpalar, ondan sonra nefes alırdı. İç çamaşırlarına da yıkanma nasip olmazdı: Arkasından çıkınca götürüp çamaşır sepetine, kazana, değil, ocağa atarlar, yakarlar, sırtına daima yepyenisini giydirirlerdi. Belki balığı kavakta görmek mümkündü. Ihsan’ı hamamda görmek kabil olamazdı… Sıcak, ılık veya soğuk, herhangi türlü olursa olsun sudan nefret ederdi.
“İhsan, nedir bu hal, yıkansana!” dediğimiz zaman bize bir fıkra naklederdi:
“Bektaşi’ye ‘Yıkan,’ demişler, ‘Yooo!’ demiş. ‘Cenabıhak bizi topraktan halk etti, öyle su ile oynamaya pek gelmez!”’
Tütün sarısından parmakları öyle lekelenmiş, boyanmıştı ki her biri ufak birer yaprak sigaraya dönmüştü. Bir gün, bir defa, utanacak bir yere, bir ziyarete giderken, ne olur; ayakkabılarını boyatsa ve berbere uğrasa… Hayır, hamamdan, lostracıdan, berberden, nezafet ve ıtriyattan bir köpek gibi uzak kaçar, bağlasalar ipini koparıp fırlamak, lavanta sürünmüş, yıkanmış finolar gibi, hemen topraklara, çamurlara yatıp bulanarak tekrar kirlenmek isterdi, indinde tarak, fırça, sabun, diş tozu, ayna, ütü, en lüzumsuz eşyadan madudtu. Sabahleyin o zifir kokulu parmaklarını şöyle, ot yıkarken kullandıkları dört dişli tahta tarak gibi, karmakarışık ve upuzun saçları arasından bir defa geçirir, arkaya atar, ondan sonra, tuvaletini bitirmiş farz edip keyfine bakardı. Onun için fena yer, fena yemek, fena adam yoktu; nerede olsa yatar, ne bulsa yer, kiminle olsa konuşur; ömrünü şurada burada, kâh adi mahalle kahvelerinde, kâh Beyoğlu birahanelerinde geçirir, kâh aşçı dükkânlarında, kâh pahalı lokantalarda yer, kah süfli halk ile kah büyük adamlarla görüşürdü. İğrenme nedir, bunu bilmezdi.
Bir gün Galata’da bir meyhaneden bana .seslenmiş, yanına çağırmıştı; bir zenci tulumbacı ile kadife kalpaklı bir Sakızlı Rum arasında rakı içiyordu:
“Biraz gelsene kuzum…” diye yalvarıyor, içeriye girim-mi, biraz oturmamı istiyordu.
Kimlerle, nerede bulunduğunun farkında değildi. Bir başka gün de, Beyazıt’ta aşçılar kahvesinde tesadüf ettim, vaktiyle evlerinde çalışmış bir aşçı ile iskambil oynuyordu.
Kendisi hayli yüksek bir ailedendi, parası çoktu. Onun için vüzeradan, ricalden bazısı ile de münasebette idi, onların yanında da, muhitine lakaydi ile oturup görüştüğünü görürdüm. Ne kadar da iyi, tertemiz bir yüreği vardı. Herkesin refahını, saadetini ister, herkese muavenette1 bulunur, cebinde ne varsa dağıtırdı:
“Siz iyiye alışmışsınız,” derdi. “Benim gibi değil…”
Kendisi aşçı dükkânına yemeğe gider, parasını verir, bizi lokantaya gönderirdi. Bazen coşar, hayatının felsefesini anlatırdı:
“İnsan rahat etmek için yorucu, hırpalayın, müziç düşüncelerden dimağını kurtarmalı, onu en esaslı, en yüksek işlere hasrederek teferruattan uzak bırakmalıdır. Bir kere düşününüz, yirmi dört saat içinde beyninizi ne lüzumsuz, ne saçma, ne faydasız şeylerle yorarsınız: Evvela elbise, çamaşır, gösteriş merakı… Fesinizin kalıbı bozulmuş, pantolonunuz eskimiş, ayakkabınız boyasız, yakalığınız parlak değil, bunun için üzülür, vaktinizi ayna karşısında, dükkânlarda, yakıştı mı, yakışır mı merakıyla boş yere geçirirsiniz. Alelade, her gün muhakkak bir saat kıyafet düşüncesi zihninizi meşgul eder. Ondan sonra şunla konuşulur, bunla konuşulmaz gibi ahbap ve adam ayırmak derdi. Bari muvafıktır diye seçtiğiniz kimse bu intihaba (seçme) layık olsa… Bakınız bana, herkesle, hepinizle konuşurum ve hiçbirinizden fenalık görmedim, halbuki sizin birbirinizle kaçıncı dargınlığınız, kaçıncı kavganız. Bir de izzetinefis meselesi yok mu, insanları harap eden işte odur… Selama, tebessüme kadar dikkat edersiniz, her harekete mana verirsiniz, her buluttan nem kaparsınız; ekseriya dalgınlıkla yapılmış bir muamele sizi saatlerce işgal eder, hatır ve hayalden geçmeyen tefsirlere meydan verir; evvela siz mi ona gitmelisiniz, o mu size gelmeli? Ayağa kalkmalı mı, yoksa şöyle bir kımıldamak mı? Redingot mu giymeli, ceket mi? Ya bana cahil derlerse, ya görmemişliğime hükmederlerse, ya iğrenirlerse? Bu düşüncelerle dünya başınıza zindan olur… Canınız istese de her yere gidemezsiniz, her yerde yalamazsınız, herkesle düşüp kalkamazsınız. Fena yeseniz mideniz bozulur, yabancı yerde yatsanız uykunuz kaçar, aşağı halk ile temas etseniz canınız sıkılır. Halbuki benim için öyle değildir, güvertede de giderim, birinci kamarada da… Tokatlıyan’da biftek de yerim, Beyazıt’ta köfte de… Keyfime tâbi bir ömür sürerim, başım öyle kaygılardan azadedir; hiçbirinize müyesser olmayan bir istirahat içinde dimağım daima dinlenir; daima neşeli ve serbestim!
Haydi, yıkandınız, vücudunuz tertemiz oldu, ya ruhunuz? Onu sabun ve sıcak su yıkamaz; hamamla, şampuanla gönül temizlenmez; içiniz dışınızın tuvaletiyle ferahlanmaz… Dünya öyle kurulmuş, insanlar dünyayı o hale sokmuştur ki,