Osmanlıca Metin Efenin Hikayesi

Halide Edip Adıvar’ın Efe’nin hikayesi isimli osmanlıca metni aşağıda okuyabilirsiniz. Bir zamanlar forum.bendelimiyim.com sitemde paylaşmış olduğum Osmanlıca metinleri tekrar sizlerle paylaşıyorum. Bir kaç metni kaybettim ancak bu defa kaybolmasın diye drive vb. yerlere de yükledim.
Eğer indirmeden incelemek isterseniz buraya
(Google bir süredir diskte bulunan paylaşılmış dosyalara erişim izni talep ediyor anlayamadım sebebini çözeceğim yakında)
ama illa ki ben indirmeden okuyamam bilgisayarımda bulunsun günü gelir çıktı alır oradan okurum diyorsanız
İndirmek için burayı tıklayın.
Kısa bir açıklama: Çeviri kelimesi doğru olmadı zaten Türkçe yazılmış bir şeyi Türkçe’den Türkçe’ye çevirmiş gibi oluyor. Hepsini çevirmeyeceğim çünkü bazı hırsızlar kendileri emek vermeden yazılarımı çalıp kaynak bile göstermeden kendi sitelerine koyuyorlar. Hırsızlık yapılmasından bıktım. Böyle şeyleri gördüğümde motivasyonum düşüyor. Ben bu sitenin kendi masrafını çıkaracak kadar para kazanmasını amaçlıyorum. Ancak böyle giderse bu siteyi kapatmak zorunda kalacağım.
Efenin Hikayesi osmanlıca çevirisi
Sayfa – 1
Efe tahkik heyetinin geldiğini ve dinleneceğini işittiği zaman derin bir dikkatle genç zabite baktı, sonra ayağa kalkarak kendisini yukarıdan aşağıya ciddiyetle süzdü kara gözlerinde ne telaş ne de heyecan vardı. Sedirin üzerinde bağdaş kurduğu yerden yavaş yavaş kalktı, çubuğunu bıraktı bir şey söylemeden oradan çıktı. Genç zabit yürürken garip bir tarzda bir kaç defa başını salladığını görmüş ve sebebini anlamadan düşünmüştü. Kendisi her halde efeden çok telaş içinde çok heyecanlı idi ve bu garip mülakattan daha çok korkuyordu. Bu mülakatlar tarlaları çiğnenmiş, çiçekleri kurumuş, insanları dökülmüş harabe ve facia izmirini belki kurtaracaktı. Onun için ne kadar iyi idare edilmek lazımdı.
kendisi bu islam meşhudatının kolları üzerinde galip cenerallerin (generallerin) amirallerin dinlediği adamları birer birer tahkik heyetinin odasına getirdiği zaman kapının arasından kalbinin azgın gümbürtüsünü ateşli top sesleri gibi gürleyen beyninde kendi kendini hazırladığı ve içinden söylediği mukaddimeleri dinlerdi. Kendisi hassas, mütefekkir bir İstanbul genci idi. ıstırab isyan ona edebi nutuklar muhteris çılgın telkinler, mâ’yus murakabeler ve çapraşık nazariyeler telkin ediyordu. İzmir halkının halk müdafasının anahtarlarından biri olan bu basit fakat acayip kahraman efe, bu mes’eleyi ne kadar ve sakin telakki itmişti. acaba ona bir şeyler öğretmeğe ne nokta-i nazardan maksadını müdafaa itmek lazım geleceğini söylemeye ihtiyaç var mı
İlk sayfayı günümüz Türkçesine çevirdim. Devamını da sizlerden bekliyorum.
EKLEME: 26/05/2022 tarihinde Sıla isimli ziyaretçimizin yorumunu aynen ekliyoruz. Kendisine teşekkür ederiz.
Efe Tahkik* Heyetinin geldiğini ve kendisini dinleyeceğini söylediği zaman, gözlerinde derin bir dikkatle, genç zâbite* baktı; sonra ayağa kalkarak kendisini yukarıdan aşağı ciddiyetle süzdü. Kara gözlerinde ne telaş ne de heyecan vardı. Sedirin üstünde bağdaş kurduğu yerden yavaş yavaş kalktı, çubuğunu bıraktı. Bir şey söylemeden oradan çıktı. Genç zâbit yürürken, garip bir tarzda birkaç defa başını salladığını görmüş ve sebebini anlamadan düşünmüştü. Kendisi herhalde Efe’den çok telaş içinde çok heyecanlı idi. Ve bu garip mülakattan daha çok korkuyordu. Bu mülakatlar tarlaları çiğnenmiş, çiçekleri kurumuş, insanları döğülmüş harabe ve facia İzmir’ini belki kurtaracaktı. Onun için ne kadar iyi idare edilmek lazımdı. Kendisi galip generallerin, amirallerin nihayet dinlemeye geldikleri bu İslam meşhedinin* külleri üzerinde dinlediği adamları, birer birer Tahkik Heyetinin odasına getirdiği zaman kapının arkasından kendi kalbinin azgın gümbürtüsünü, ateşli top sesleri gibi gürleyen beyninde kendi kendine hazırladığı ve içinden söylediği mukaddimeleri* dinlerdi; kendisi hassas, mütefekkir* bir İstanbul genci idi. Izdırap ve isyan ona edebî nutuklar, muhteris, çılgın telakkîler, me’yus murakabeler* ve çapraşık nazariyeler* telkin ediyordu. İzmir halkının, halk müdafaasının anahtarlarından biri olan bu basit fakat acayip kahraman Efe bu meseleyi ne kadar bârid ve sakin telakkî* etmişti. Acaba ona bir şeyler öğretmek, ne nokta-i nazardan* maksadını müfadaa etmek lazım geldiğini söylemek lazım mı idi? Zihninde Efe’nin ağzına koyacağı nutku hazırlarken Efe’nin sedirin üstünde bıraktığı pembeli sarılı kasnak işlemeli tütün kesesine, onun yanında bıraktığı sırma işlemeli çevresine uzun ağaç çubuğuna dalıverdi.
Zihninde generalleri ağlatacak kadar kuvvetli bulduğu müdafaanın ortasında, kapı açıldı, Efe girdi; en parlak, en müzeyyen* cepkenli takımını giymiş, fesinin üstünü binbir dağ çiçeği oyalarla süslemiş, kalın, kavî* vücudu tabancalar, gümüşlü hançerler bıçaklarla dolmuş, arkasına mavzerini* asmıştı. Ateş almaya hazır görünen bu silah mecmuu* üstünde başı yine bârid ve sakindi. Aydın bağlarının güneşi ancak sevimli bir matlık verebilecek kadar mermer gibi beyaz tenli, muntazam hatlı, ince burunlu kavî yüzünün üstünde derinden bakan kara gözleri siyah aleve benziyordu. Mintanının* üstünden görülen daha beyaz kalın üzerinde kafası çok mütevazin* çok yerinde çok erkek görünüyor, bir kadın gibi taze dudakları üstünden küçük siyah bıyıkları, biraz fazla açılan gözlerinin üstünde ince kalemle çekilmiş gibi uzanan kaşları yalnız bakanlara ne kadar genç bir insan karşısında olduğunu ihsas* ediyordu. Yirmi bir yaşında olduğu söylenilen Efe’de bütün bu taravetli* ve kavî gençliğe rağmen karşısındakine ne genç ne ihtiyar, hiçbir zaman ve yaş hissi verdirmeyen bir olgunluk vardı.
Sokakta lakırdıyı* açabilmek için:
– Epeyce uzak gideceğiz, Efe’m, dedi.
Efe’nin gözleri sabit ve sakin kudretini bozmadan, dudakları tebessüme benzer bir şeyle açıldı:
– Nerede olduğunu biliyorum, dedi, genç zâbit ne kadar çalıştı ise ne Efe’yi fazla söyletebildi, ne de öğretmek için kendi hazırladığı mevzudan bahsedebildi. Eve geldikleri zaman zâbitin heyecanı ellerini titretecek dereceyi buldu; fakat sofada oda kapısını açıp da Efe’yi heyetin yanına soktuktan sonra Efe’nin garip sükûtu sirayet* etmiş gibi sadece kapının yanındaki sandalyeye oturdu, bekledi.
Heyetin oturduğu büyük odanın her tarafına hazırladığı uşak halıları örtmüşlerdi. Orta yerde mustatil* büyük örtülü masanın önünde arkaları pencereye çevrilmiş dört düvelin askeri büyük üniformalarıyla oturuyorlardı. Genç kâtipleri, zâbitleri arasında biraz hoş bir havada mağrur duran dört baş, kuvvetli çizgileriyle dimdik duran başları dretnotları, tahtelbahirleri, tayyareleri, bin kudret ve şevketleriyle galip ve zî-kudret milletlerin gözleriyle Efe’ye bakıyorlardı. Fakat genç Efe üniformadan, ordudan, çelik ve ateşten daha kavî, hepsinin karşısında yeşil başı göklere kalkan genç bir çınar kadar bunlara karşı lakayttı.
Efe ilerlerken sağda oturan yüzü tıraşlı, esmer yanaklı, Osmanlı zâbiti vakur bir irade ile Efe’nin tahlil edemediği bir hissi saklayarak kalktı, Efe’ye yaklaştı. Yavaşça silahlarını azaltmasını söyledi. Efe bir çocuk sükûnu ile mavzerini kapıya dayadıktan sonra tabancalarını masanın üstüne bıraktı. Sonra masadan bir arşın ötede, gözlerinde ne gayz*, ne isyan, ne de korku ile generallere baktı ve pürüzsüz bir sesle, asil bir tavırla:
– Safa geldiniz, paşalar, dedi.
Evet, işte bunlar Çanakkale’de Türk askerlerinin döğüştüğü devletlerin paşaları idi ve paşa oldukları için Efe başına binbir çiçekli oyasını takmış, yeni cepkenini giymişti. Bunun için Aydın dağlarında herhangi sırmalarla giyinmiş, Aydın’da olan biteni öğrenmeye gelmiş paşalara yapacağı tesiri yaptı ve kendisine gösterdikleri sandalyeye sadece oturdu.
Paşalardan birinin anlamadığı bir şeyler mırıldanmasından sonra, Osmanlı zâbiti:
– Aydın’da olanları anlat, Efe, dedi.
– İzmir’i Yunan’ın bastığını duymuştum, diye başladı. Dükkanları, evleri soymuşlar, çoluk çocuk öldürmüşler, kadınlara sataşmışlar. Bunları çoktan duyduk; fakat bizim dağda koyunlarımız vardı, çobandan, bunları duyduk; koyunlarımızı otlattık.
Çiftliklere girmişler, ihtiyarları sakallarından sürüklemişler, gençleri parçalamışlar, mal mülk ne varsa kül etmişler, hayvanları alıp götürmüşler. Bunları duyduk; yine dağda koyunlarımızı otlattık.
İçeriye doğru yürüyorlarmış, toprak üstünde ne tütün fidanı, ne buğday başağı bırakmışlar. Zeytinlikler inmiş, bağlar çiğnenmiş, ağaçlardan incir, badem, yemiş dökülmüş, kokmuş kimseler malının başında kalmamış, kasabalar birer mahşer olmuş. Biz yine dağlarda koyunlarımızı otlattık.
Bir gün artık çok yakın gelmişler, köyümüzden iki saat ötede Menderes Köprüsü’nün başına kadar Yunan nöbetçi koymuş dediler; biz o vakit köyde düşünmeye başladık. Bir cuma günü namazdan çıkmış kızanlarla eve gitmiştik. Akşamın alaca karanlığında köye girerken sırtlarda kuzuları otlayan kızlar alayla önümüze çıktılar; başörtüleri parçalanmış, saçları yolunmuş, üstleri başları toprak ve kan içinde, hepsi bir ağızdan ağlıyordu. Emmim kızı Kezban yırtık başörtüsünü çıkardı, suratımızı attı:
– Efe, dedi, Yunan İzmir’e girdi, sustunuz; din kardeşlerimizi soydu, sustunuz; ne kan ne can ne ırz kaldı, sustunuz. Burnunuz dibine geldi, yine başınızda oya elinizde tüfekler dağlarda eğlendiniz. Bizi bugün Menderes Köprüsü’nün yanındaki neferleri yakaladılar, koyunlarımızı aldılar, boynumuzdan altınlarımızı kopardılar, üstümüzü parçaladılar…
Kadınlar hep bir ağızdan çığrışmaya başladılar. Emmim kızı Kezban’ın entarisi parça parça idi, göğsünden kanlar akıyorlar.
– Daha ne yaptılar? diye kızanlar hep bir ağızdan haykırdı. İmamın kızı:
Ne yaptılar diye sormayın daha ne yapacaklar diye sorun; dedi. O da başörtüsünü suratımıza fırlattı.
– Alın bunları, örtünün, verin tüfekleri kamaları* bize; kızlarımızın ırzını bundan sonra biz koruyacağız, dedi.
O vakit ben kadınların hepsini evlerine yolladım. Kızanlarla köyün eşiğinde; ertesi gün öğle üstü, Menderes Köprüsü’ndeki köpekleri tepemeye ahdettik. Gece emmim kızı Kezban’ın küçük kız kardeşi yanıma geldi: – Şapkasının atından siyah perçemleri fırlamış, dişleri dışarıda, kara kuru Yunanlıyı sağ bırakmasın, diyor dedi. Menderes Köprüsü başında, tabanca, tüfenk, kama, bıçak, biz ırz hainlerini tepelerken etrafımıza bütün yakın köylerden zeybekler yetişti; bir taraftan bulut gibi Yunan askeri meydana çıktı; fakat kızanların bıçaklarından pek çabuk ördek gibi kaçtılar. Ben ölüler arasında siyah perçemli, dişlek Yunanlıyı aradım, aradım, yoktu. Biz de ovada uçan Yunan bulutunun arkasına düştük. Aydın’a yaklaştığımız vakit ezan olmuştu. Kasabanın eteğinde silahlarımızı bıraktık, oturduk. Kızanlarla ne yapacağımızı bilmiyorduk. Birdenbire Aydın’ın üstünden alevler, dumanlar yükseldi, içeriden tüfenk sesleri, kadın çoluk çocuk çığrışları, Yunan naraları geliyordu. Rüzgar gibi kasabaya daldık. Müslüman mahalleleri çığrışarak çağırdayarak yanıyordu. Sokakların üstünde alevden damlar var, altında evlerin pencerelerinden bohçalar halılar atılıyor, aşağıdan Yunanlı alıp kaçıyordu. Sokak ortasında başörtüsü parçalanmış bir nineyi boynundaki altınlardan yakalamış bir Yunanlı taştan taşa sürüklüyor; göğsü açık bir genç kızın, iki eliyle gırtlağını sıkarken bir Yunanlı dudaklarını öpüyordu. Anasını boğan askerleri şu kadar bir kız ısırırken bir nefer sarı saçlı başını dipçikle eziyordu. Alev tüfek, duman, kan ve çığrış içine biz de rüzgar gibi, cehennem gibi girdik. Efe ayağa kalkmıştı. Generaller tercümeyi dinlemiyor, sade Efe’nin yüzüne bakıyorlardı. Yüzü buruşmadan, takallüs etmeden, milyonlarca yaşa girmişti. Siyah gözleri, siyah birer kaynar su menbaı* gibi idi. Yanakları kuru idi, fakat gözleri tamamen siyah yaştı. Nereye bakıyordu? Bilmiyorlardı. Fakat bu siyah yaşlar ortasında Aydın vardı.
Efe’nin sesi o kadar alçalmıştı ki, ağzından çıkan kelimeler sessiz gibi idi; fakat en vazıh* ve kudretli bir ıslık gibi her kelime ses olarak değil, canlı birer facia hayali gibi bir ordu olsa görülecek ve işitilecekti.
Nihayet sırmalı çevresiyle, alnında dizilen terleri sildi. Gözleri eski kuru parlaklığını aldı. Eski mutedil sesi ile hikayesini bitiriyordu:
– Üç saat, paşalar, üç saat insanların yapmadığını yaptık sonra Yunanlılar gitti, yangın söndü. Biz de kızanlarla kendimizi bulduk.
Bir şey olmamış gibi generallerin birden bire gözlerinin içine bakarak:
– Allah’a ısmarladık, paşalar, dedi.
Hepsi Efe’nin elini sıktılar. Efe girdiği gibi idi, gözlerinde ne gayz, ne isyan, ne de korku vardı. Kapıya kadar kendisiyle yürüyen Osmanlı zâbitinin elini sıkarken esmer, sert yanaklarında iki sıra yaş dizilmiş olduğunu gördü. Bu defa yalnız ona aynı sakin sesiyle:
– Kezban, Kezban, kendini Menderes’ten çaya attı, dedi, bana imamın kızıyla haber yolladı:
– Efe, demiş, siyah perçemli, dişleri dışarıda Yunan neferini öldürünceye kadar, Aydın’dan Yunanlıları çıkarıncaya kadar kamasını kınına koymasın, bir zeybek sağken Yunan Aydın’da padişah olursa benim kadın da onun boynunda olsun!
Zâbitin avucu Efe’nin avucuna yapışınca ikisinin damarlarındaki kan birbirine karışmış, birbirinden geçmiş gibi oldu.
Zâbit Tahkik Heyeti’ne gelen siyah feraceli kadınları odaya alırken Efe, dışarıda canı gözlerine toplanmış gibi kendisine doğru gelen genç zâbite:
– Cuma akşamı köye buyurun, kızanlarla size kuzu çevirelim, dedi.
Çok saol ama bana türkçesi lazım yardım edin lütfen
Çevirmeye vaktim yok malesef. Paylaşmaya bile çok az vakit bulabiliyoruz.
Bunun çevirisini yapın.
???
Çevirisini yapabilirseniz daha çok makbuke geçer
Lütfen paylaşın ben öyle çözüyorum kağıda yazıyorum sonra bakmadan okuyorum
Yanlışlıklar var meşhudat değil meşhed olacak. Kolları değil gülleri olacak. Başkamda vardır muhtemelen bakmadımgeri kalana. Geri dönüş sağlarsanız müsait zamanımda size yardımcı olmak isterim
Düzeltiyorum. Kalemle değil de klavye başında çevirince biraz öyle oluyor. Teşekkürler ♥
Efe Tahkik* Heyetinin geldiğini ve kendisini dinleyeceğini söylediği zaman, gözlerinde derin bir dikkatle, genç zâbite* baktı; sonra ayağa kalkarak kendisini yukarıdan aşağı ciddiyetle süzdü. Kara gözlerinde ne telaş ne de heyecan vardı. Sedirin üstünde bağdaş kurduğu yerden yavaş yavaş kalktı, çubuğunu bıraktı. Bir şey söylemeden oradan çıktı. Genç zâbit yürürken, garip bir tarzda birkaç defa başını salladığını görmüş ve sebebini anlamadan düşünmüştü. Kendisi herhalde Efe’den çok telaş içinde çok heyecanlı idi. Ve bu garip mülakattan daha çok korkuyordu. Bu mülakatlar tarlaları çiğnenmiş, çiçekleri kurumuş, insanları döğülmüş harabe ve facia İzmir’ini belki kurtaracaktı. Onun için ne kadar iyi idare edilmek lazımdı. Kendisi galip generallerin, amirallerin nihayet dinlemeye geldikleri bu İslam meşhedinin* külleri üzerinde dinlediği adamları, birer birer Tahkik Heyetinin odasına getirdiği zaman kapının arkasından kendi kalbinin azgın gümbürtüsünü, ateşli top sesleri gibi gürleyen beyninde kendi kendine hazırladığı ve içinden söylediği mukaddimeleri* dinlerdi; kendisi hassas, mütefekkir* bir İstanbul genci idi. Izdırap ve isyan ona edebî nutuklar, muhteris*, çılgın telakkîler, me’yus* murakabeler* ve çapraşık nazariyeler* telkin ediyordu. İzmir halkının, halk müdafaasının anahtarlarından biri olan bu basit fakat acayip kahraman Efe bu meseleyi ne kadar bârid ve sakin telakkî* etmişti. Acaba ona bir şeyler öğretmek, ne nokta-i nazardan* maksadını müfadaa etmek lazım geldiğini söylemek lazım mı idi? Zihninde Efe’nin ağzına koyacağı nutku hazırlarken Efe’nin sedirin üstünde bıraktığı pembeli sarılı kasnak işlemeli tütün kesesine, onun yanında bıraktığı sırma işlemeli çevresine uzun ağaç çubuğuna dalıverdi.
Zihninde generalleri ağlatacak kadar kuvvetli bulduğu müdafaanın ortasında, kapı açıldı, Efe girdi; en parlak, en müzeyyen* cepkenli takımını giymiş, fesinin üstünü binbir dağ çiçeği oyalarla süslemiş, kalın, kavî* vücudu tabancalar, gümüşlü hançerler bıçaklarla dolmuş, arkasına mavzerini* asmıştı. Ateş almaya hazır görünen bu silah mecmuu* üstünde başı yine bârid ve sakindi. Aydın bağlarının güneşi ancak sevimli bir matlık verebilecek kadar mermer gibi beyaz tenli, muntazam hatlı, ince burunlu kavî yüzünün üstünde derinden bakan kara gözleri siyah aleve benziyordu. Mintanının* üstünden görülen daha beyaz kalın üzerinde kafası çok mütevazin* çok yerinde çok erkek görünüyor, bir kadın gibi taze dudakları üstünden küçük siyah bıyıkları, biraz fazla açılan gözlerinin üstünde ince kalemle çekilmiş gibi uzanan kaşları yalnız bakanlara ne kadar genç bir insan karşısında olduğunu ihsas* ediyordu. Yirmi bir yaşında olduğu söylenilen Efe’de bütün bu taravetli* ve kavî gençliğe rağmen karşısındakine ne genç ne ihtiyar, hiçbir zaman ve yaş hissi verdirmeyen bir olgunluk vardı.
Sokakta lakırdıyı* açabilmek için:
– Epeyce uzak gideceğiz, Efe’m, dedi.
Efe’nin gözleri sabit ve sakin kudretini bozmadan, dudakları tebessüme benzer bir şeyle açıldı:
– Nerede olduğunu biliyorum, dedi, genç zâbit ne kadar çalıştı ise ne Efe’yi fazla söyletebildi, ne de öğretmek için kendi hazırladığı mevzudan bahsedebildi. Eve geldikleri zaman zâbitin heyecanı ellerini titretecek dereceyi buldu; fakat sofada oda kapısını açıp da Efe’yi heyetin yanına soktuktan sonra Efe’nin garip sükûtu sirayet* etmiş gibi sadece kapının yanındaki sandalyeye oturdu, bekledi.
Heyetin oturduğu büyük odanın her tarafına hazırladığı uşak halıları örtmüşlerdi. Orta yerde mustatil* büyük örtülü masanın önünde arkaları pencereye çevrilmiş dört düvelin askeri büyük üniformalarıyla oturuyorlardı. Genç kâtipleri, zâbitleri arasında biraz hoş bir havada mağrur duran dört baş, kuvvetli çizgileriyle dimdik duran başları dretnotları*, tahtelbahirleri*, tayyareleri, bin kudret ve şevketleriyle galip ve zî-kudret milletlerin gözleriyle Efe’ye bakıyorlardı. Fakat genç Efe üniformadan, ordudan, çelik ve ateşten daha kavî, hepsinin karşısında yeşil başı göklere kalkan genç bir çınar kadar bunlara karşı lakayttı.
Efe ilerlerken sağda oturan yüzü tıraşlı, esmer yanaklı, Osmanlı zâbiti vakur bir irade ile Efe’nin tahlil edemediği bir hissi saklayarak kalktı, Efe’ye yaklaştı. Yavaşça silahlarını azaltmasını söyledi. Efe bir çocuk sükûnu ile mavzerini kapıya dayadıktan sonra tabancalarını masanın üstüne bıraktı. Sonra masadan bir arşın ötede, gözlerinde ne gayz*, ne isyan, ne de korku ile generallere baktı ve pürüzsüz bir sesle, asil bir tavırla:
– Safa geldiniz, paşalar, dedi.
Evet, işte bunlar Çanakkale’de Türk askerlerinin döğüştüğü devletlerin paşaları idi ve paşa oldukları için Efe başına binbir çiçekli oyasını takmış, yeni cepkenini giymişti. Bunun için Aydın dağlarında herhangi sırmalarla giyinmiş, Aydın’da olan biteni öğrenmeye gelmiş paşalara yapacağı tesiri yaptı ve kendisine gösterdikleri sandalyeye sadece oturdu.
Paşalardan birinin anlamadığı bir şeyler mırıldanmasından sonra, Osmanlı zâbiti:
– Aydın’da olanları anlat, Efe, dedi.
– İzmir’i Yunan’ın bastığını duymuştum, diye başladı. Dükkanları, evleri soymuşlar, çoluk çocuk öldürmüşler, kadınlara sataşmışlar. Bunları çoktan duyduk; fakat bizim dağda koyunlarımız vardı, çobandan, bunları duyduk; koyunlarımızı otlattık.
Çiftliklere girmişler, ihtiyarları sakallarından sürüklemişler, gençleri parçalamışlar, mal mülk ne varsa kül etmişler, hayvanları alıp götürmüşler. Bunları duyduk; yine dağda koyunlarımızı otlattık.
İçeriye doğru yürüyorlarmış, toprak üstünde ne tütün fidanı, ne buğday başağı bırakmışlar. Zeytinlikler inmiş, bağlar çiğnenmiş, ağaçlardan incir, badem, yemiş dökülmüş, kokmuş kimseler malının başında kalmamış, kasabalar birer mahşer olmuş. Biz yine dağlarda koyunlarımızı otlattık.
Bir gün artık çok yakın gelmişler, köyümüzden iki saat ötede Menderes Köprüsü’nün başına kadar Yunan nöbetçi koymuş dediler; biz o vakit köyde düşünmeye başladık. Bir cuma günü namazdan çıkmış kızanlarla eve gitmiştik. Akşamın alaca karanlığında köye girerken sırtlarda kuzuları otlayan kızlar alayla önümüze çıktılar; başörtüleri parçalanmış, saçları yolunmuş, üstleri başları toprak ve kan içinde, hepsi bir ağızdan ağlıyordu. Emmim kızı Kezban yırtık başörtüsünü çıkardı, suratımızı attı:
– Efe, dedi, Yunan İzmir’e girdi, sustunuz; din kardeşlerimizi soydu, sustunuz; ne kan ne can ne ırz kaldı, sustunuz. Burnunuz dibine geldi, yine başınızda oya elinizde tüfekler dağlarda eğlendiniz. Bizi bugün Menderes Köprüsü’nün yanındaki neferleri yakaladılar, koyunlarımızı aldılar, boynumuzdan altınlarımızı kopardılar, üstümüzü parçaladılar…
Kadınlar hep bir ağızdan çığrışmaya başladılar. Emmim kızı Kezban’ın entarisi parça parça idi, göğsünden kanlar akıyorlar.
– Daha ne yaptılar? diye kızanlar hep bir ağızdan haykırdı. İmamın kızı:
Ne yaptılar diye sormayın daha ne yapacaklar diye sorun; dedi. O da başörtüsünü suratımıza fırlattı.
– Alın bunları, örtünün, verin tüfekleri kamaları* bize; kızlarımızın ırzını bundan sonra biz koruyacağız, dedi.
O vakit ben kadınların hepsini evlerine yolladım. Kızanlarla köyün eşiğinde; ertesi gün öğle üstü, Menderes Köprüsü’ndeki köpekleri tepemeye ahdettik*.
Gece emmim kızı Kezban’ın küçük kız kardeşi yanıma geldi:
– Şapkasının atından siyah perçemleri fırlamış, dişleri dışarıda, kara kuru Yunanlıyı sağ bırakmasın, diyor dedi.
Menderes Köprüsü başında, tabanca, tüfenk, kama, bıçak, biz ırz hainlerini tepelerken etrafımıza bütün yakın köylerden zeybekler yetişti; bir taraftan bulut gibi Yunan askeri meydana çıktı; fakat kızanların bıçaklarından pek çabuk ördek gibi kaçtılar. Ben ölüler arasında siyah perçemli, dişlek Yunanlıyı aradım, aradım, yoktu. Biz de ovada uçan Yunan bulutunun arkasına düştük. Aydın’a yaklaştığımız vakit ezan olmuştu. Kasabanın eteğinde silahlarımızı bıraktık, oturduk. Kızanlarla ne yapacağımızı bilmiyorduk.
Birdenbire Aydın’ın üstünden alevler, dumanlar yükseldi, içeriden tüfenk sesleri, kadın çoluk çocuk çığrışları, Yunan naraları geliyordu.
Rüzgar gibi kasabaya daldık. Müslüman mahalleleri çığrışarak çağırdayarak yanıyordu. Sokakların üstünde alevden damlar var, altında evlerin pencerelerinden bohçalar halılar atılıyor, aşağıdan Yunanlı alıp kaçıyordu. Sokak ortasında başörtüsü parçalanmış bir nineyi boynundaki altınlardan yakalamış bir Yunanlı taştan taşa sürüklüyor; göğsü açık bir genç kızın, iki eliyle gırtlağını sıkarken bir Yunanlı dudaklarını öpüyordu. Anasını boğan askerleri şu kadar bir kız ısırırken bir nefer sarı saçlı başını dipçikle eziyordu.
Alev tüfek, duman, kan ve çığrış içine biz de rüzgar gibi, cehennem gibi girdik.
Efe ayağa kalkmıştı. Generaller tercümeyi dinlemiyor, sade Efe’nin yüzüne bakıyorlardı.
Yüzü buruşmadan, takallüs* etmeden, milyonlarca yaşa girmişti. Siyah gözleri, siyah birer kaynar su menbaı* gibi idi. Yanakları kuru idi, fakat gözleri tamamen siyah yaştı. Nereye bakıyordu? Bilmiyorlardı. Fakat bu siyah yaşlar ortasında Aydın vardı.
Efe’nin sesi o kadar alçalmıştı ki, ağzından çıkan kelimeler sessiz gibi idi; fakat en vazıh* ve kudretli bir ıslık gibi her kelime ses olarak değil, canlı birer facia hayali gibi bir ordu olsa görülecek ve işitilecekti.
Nihayet sırmalı çevresiyle, alnında dizilen terleri sildi. Gözleri eski kuru parlaklığını aldı. Eski mutedil sesi ile hikayesini bitiriyordu:
– Üç saat, paşalar, üç saat insanların yapmadığını yaptık sonra Yunanlılar gitti, yangın söndü. Biz de kızanlarla kendimizi bulduk.
Bir şey olmamış gibi generallerin birden bire gözlerinin içine bakarak:
– Allah’a ısmarladık, paşalar, dedi.
Hepsi Efe’nin elini sıktılar. Efe girdiği gibi idi, gözlerinde ne gayz, ne isyan, ne de korku vardı. Kapıya kadar kendisiyle yürüyen Osmanlı zâbitinin elini sıkarken esmer, sert yanaklarında iki sıra yaş dizilmiş olduğunu gördü. Bu defa yalnız ona aynı sakin sesiyle:
– Kezban, Kezban, kendini Menderes’ten çaya attı, dedi, bana imamın kızıyla haber yolladı:
– Efe, demiş, siyah perçemli, dişleri dışarıda Yunan neferini öldürünceye kadar, Aydın’dan Yunanlıları çıkarıncaya kadar kamasını kınına koymasın, bir zeybek sağken Yunan Aydın’da padişah olursa benim kadın da onun boynunda olsun!
Zâbitin avucu Efe’nin avucuna yapışınca ikisinin damarlarındaki kan birbirine karışmış, birbirinden geçmiş gibi oldu.
Zâbit Tahkik Heyeti’ne gelen siyah feraceli kadınları odaya alırken Efe, dışarıda canı gözlerine toplanmış gibi kendisine doğru gelen genç zâbite:
– Cuma akşamı köye buyurun, kızanlarla size kuzu çevirelim, dedi.
Teşekkürler izninizle yazıya ekliyorum.
https://drive.google.com/file/d/0B4cefpqI9VORSWFLVVRwTDQ3U0E/view?usp=sharing&resourcekey=0-E0ymE8hJrjDGc5DfD8OKGA