Zevrak’la Ebru – Halid Ziya Uşaklıgil

Bir makalede kıymetdâr [kıymetli] bir kalemden şu sözler çıkıyordu: “Bir eserin, hayatımızın filan veya felan zamanında okunmuş olması ne kadar mühimdir!” Bence bu kaideyi hayatımızın bütün vukuatına [olaylarına] tatbik etmek [uygulamak] icap eder. İşte bende de öyle hatıralar var ki ancak hayatımın filan veya filan zamanına ait oldukları için haiz-i ehemmiyettirler [öneme sahiptirler].

Zevrak’la Ebrunun ’ o kadar ehemmiyetle hatıramda câ-nişîn olmaları [yer tutmaları] galiba bu hikmetin netice-i muktezîyâtıdır [gerektiren bir sonucudur]. Zevrak’la Ebru!.. Bu iki isim bende Leylâ ile Kays’21 isimlerine benzer bir teessür [üzüntü], belki daha samimi, daha amîk [derin] bir teessür uyandırıyor.

Onları hayatımın en büyük mateminden [yasından] sonra, henüz o matemin cerihalarından [yaralarından] akan kanlar taze iken tanıdım. Beni muhtac-ı tedavi [tedaviye ihtiyaç duyan] bir hasta gibi akâribimden [akrabalarımdan] birinin sayfiyesine [yazlığına] göndermişlerdi, benim için burası şefkat ve rikkatin [ruh inceliğinin] tesliyetsâz hararetleriyle meshûn [teselli veren sıcaklıklarıyla ısıtılmış] bir firâş-ı nekâhat [hastalıktan iyileşme yatağı] hükmündeydi. Etrafımda gözyaşlarıma iştirak eden kalplerin arasında ruh-ı mecruhumu [yaralı ruhumu] uyuşturan bir şey vardı. Yaralarımın acılarını daha tatlı tatlı hissediyordum.

19

Burası dağ üstünde, azîm [büyük] bir bahçe ortasında bir sayfiyeydi ki, sabahtan akşama kadar güneşin mebzul ziyaları [bol ışıkları] içinde çalkalanarak yahut geceleri berrak bir semadan üzerine dökülen bârân-ı kevâkib [yıldızyağmuru] altında yıkanarak aşağıda mavi sularını dar ufuklara koyu yeşil dağ eteklerine kadar seren denize karşı, medîd [uzun] bir temaşa-yı hülya [hayalseyri] ile düşünüyor zannolunurdu.

Henüz yirmi yaşındaydım. Henüz aşk ve şiirin insanı daima aldatan iki yalancı dost olduklarını tecrübe etmemiştim, Lamartine’nin Rafael’iyle Musset’nin şiirlerini elimden düşürmüyordum, ve bunları, Zevrak’la Ebrunun, bütün diğer refikleriyle [dostlarıyla] beraber bilhassa bu iki sevdakârın yanında okuyordum.

Sahib-i sayfiyenin [Yazlık sahibinin] büyük bir merakı vardı: Güvercin… Oh! Bu güzel, zarif, daima âşık, mini mini mahluklar! ()nların yarım saat hembezm-i aşk ve saadetleri [aşk ve mutluluklarına tanık] olduktan, bu küçücük mahlukların küçücük kalpleriyle nasıl sevdiklerini, yaşamak lezzetini ne güzel bir ders-i şi’rle [şiir dersiyle] etrafındakilere gösterdiklerini görüp hissettikten sonra onların dostu olmamak, bilmem mümkün müdür?

Sabahleyin, erkenden, henüz sayfiye derin derin nefeslerle uyurken, ben ayağımda terliklerle yavaş yavaş iner, bahçeye çıkar, henüz üzerlerinden şebnemleri uçmamış otların üzerinden geçerek, la yukarıya, güneşe tamamen maruz olarak yapılmış kümese kadar giderdim.

Güvercinlerin zarif, dil-nişîn [hoş] bir evleri vardı: Bir oda kadar, etrafı mini mini hücrelerle memlû [dolu] bir kümes, önünde parmaklıkla muhât [çevrili] ve tel kafesle örülmüş küçük bir bahçe kadar bir tenezzühgâh [gezintiyeri], ötesinde berisinde etrafı delikli, ufak kıt’ada [parçada]. Birer şadırvana benzeyen su kâseleri…

Sayfiyenin uykucularına rağmen kümesin mini mini balkı ta güneşten evvel uyanmış, dışarıya çıkmış, bahçelerinde, sabah güneşinin feyz-i hayatıyla [hayat coşkusuyla] beraber, şadırvanlarından yavaş yavaş, dinlene dinlene su içmeye başlamış bulunuyorlardı. Bütün kümes ferîh [sevinçli], mesut [mutlu], şâtır İşen] bir terâne memlû idi [nağme doluydu]: Gugu! Guguk.

Yalnız bu terâne [nağme] zengin bir lehçe-i sevda [aşk dili] kadar bütün ihtirâsât [aşırı istekler] ve teheyyücât-ı aşka [aşk coşkularına] tercüman olacak bir vüs’at-i mana [anlam genişliği] kesbederdi [kazanırdı]: GuguL Gugu!.. O rengârenk harîrî [ipeksi] göğüslerden, o yüzlerce âşık kalbinden çıkan bu terâne-i garâm ve sevda [aşk ve sevda şarkısı] kümesi sertâpâ [baştan ayağa] inleyen, her teli bir kaside-i aşka terennüm-sâz olan [aşk kasidesi söyleyen] azîm bir erganûn [büyük bir org] haline getirirdi. Bununla o mini mini yüreklerden ne samimi teminat-ı sadakat [bağlılık teminatı] çıkar, ne müessir [iz bırakan] elhân-ı sevda [sevda şiirleri] dökülürdü! Ben bir köşeye çekilir, bu kümes ahalisinden bazı saygısızlarının tecavüzatından [saldırılarından] masun tutulmak [korunmak] için parmaklıkta asılı duran iskemleyi alır, otururdum. Onlar artık bu sabah ziyaretlerine alışmışlardı, beni sevinçle memlû gözlerle istikbal ediyorlardı [karşılıyorlardı]. Daha ben içeri girmeden bir sürür [sevinç], bir kanat şakırtısı bütün kümesi bir heyecan-ı hayata [yaşama sevincine] boğardı. Onlar, evvela biraz uzakça, sonra yavaş yavaş küçük kanat darbeleriyle ince bacaklarının üstünde seke seke yaklaşarak, boyunlarının latif [hoş] bir inhinâsıyla [eğimiyle] muhabbetkâr ve rica-âmîz [sevgi dolu ve rica ile karışık] gözlerini bana dikerek etrafımı alırlardı. Benden her sabah bekledikleri lütfün yine tekerrürünü [tekrarını] rica eden bu saf, ulvi [yüce] gözlerden müteşekkil [oluşmuş] önümde bir halka irtisâm ederdi [oluşurdu], O zaman ben elimi uzatır, yanı başımda yem kutusunun kapağını açar, avuç avuç darı atardım.

Muvakkat [Kısa süreli] bir zaman için beni unuturlar, basmaktan korkar gibi muhterizâne [çekingen] adımlarla, o çakşırlı ayaklarının bir buseye benzeyen temasıyla oradan oraya koşarak taneleri toplarlar, kursaklarının ilk hırsı biraz sükûn bulduktan sonra daimi düşüncelerine, o bitmek tükenmek bilmeyen muâşakalarına [sevişmelerine] avdet ederlerdi [dönerlerdi], Gugu!.. Gugu!.. Erkeklerde ufak bir heva-perestî [aşk tutkusu] kavâid-i sadakate [bağlılık kurallarına] pek muvafık [uygun] olmayan hafif bir zendostî [kadın düşkünlüğü] vardı. Tesadüfen yanlarında bulunan bir yabancıya, boyunlarını titreterek, gerdanlarını kırıştırarak, I zarif bir sıçrayışla öne geçerek tasallut etmekten [sataşmaktan] hâli [uzak] kalmazlardı. Fakat az süren bir karışıklıktan ve asla hadd-i muayyeni [konulmuş sınırları] aşmayan bir çapkınlıktan sonra çiftler ayrılır, ikişer ikişer, karı koca herkes kendi saadet-i ailesine [aile mutluluğuna] avdet ederdi. Asıl bu ailelerin sahne-i saadeti [mutluluk sahnesi] kümesin içinde hücrelerde idi. O kadar çok mu.ış.ika eden bu mesut mahlûkların hücreleri hemen daima dolu idi Kimisinde henüz üzerine yatılmaya başlanmış yumurtalar, İdinisinde henüz kanatlarına itimat olunamayarak [güvenilemeyerek] VIIV.ula doyurulan yavrular vardı. Bu çocuk babalarıyla validelerini,

11k katten ağlamak arzuları hissederek, uzun uzun seyrederdim. Yuvalarda pederlik validelik silinir ve bu iki saffet aynı vazifede ımıisâs ederdi [kaynaşırdı]: Yuvaya hayat vermek… Valide yemek •.tipikliğini haber alınca pedere biraz müsaade ettikten sonra yuvasını terk ederek gelir, peder kalabalığın içinde onu derhal fark • ‘der, açlığını unutarak mütehallik [yeni huy edindiği] bir pervâz l’H’uş] ile yuvaya gider, boş kalan yeri işgal eder, bazen fedakârlıkta İkisinin arasında bir müsabaka cereyanı görülür, valide yuvadan lyı ılmakta teahhur ederse [gecikirse] peder gidip onu çıkmaya icbâr eder [zorlar], peder orada lüzumundan ziyade kalmak isterse valide müsaade etmeyerek gelir, zorla yumurtalarının üstüne yatardı. Bana hı r şeyden ziyade tesir [etki] eden bu pederle validenin yavrularını doyuruşlarıydı: Bir dakika kaybetmek istemeyerek acele yerler, l.oşarak bir iki yudum su içerler, valide ile peder müsabaka ederek yuvaya uçarlar, kendilerine muntazır [bekleyen] mini mini pembe gagalara gagalarını takarak kursaklarını, güya kursaklarıyla beraber bütün canlarını, bütün mevcudiyetlerini [varlıklarını] yavrularının İti uşaklarına boşaltırlardı.

Oh! Bu beliğ [güzel], müessir [etkili] elvâh-ı aile [aile tabloları]! Bu aşk, sadakat, übüvvet [babalık], vazife levhaları! Bunlar insanlar için ne güzel dersler teşkil ederler, saadet-i ailenin [aile mutluluğunun] ulviyet-i şi’rini [şiirinin yüceliğini] ne müessir bir lisan ile söylerler!..

Ben burada, bu kûşe-i mesudda [mutluluk köşesinde], hayatı, kendimi, hususiyle [özellikle] insanları unutarak saatlerce seyreder, düşünür, güya ruhumun taze cerihasıyla insanlıktan çıkarak işte öyle mesut bir güvercin olmak isterdim.

Mesut? Fakat her vakit değil. Onların da, insanlar, bîçare bedbaht insanlar gibi matemleri, ölüm matemleri, sevda matemleri vardı. İşte Zevrak’la Ebrunun hatırası bende böyle bir sevda matemi uyandırır.

Güvercin sahibinin önüne geçilemez, galebe çalınamaz [baş edilemez] bir merakı vardı: İkide birde tuhaf çeşitlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden ayırır, Şâmi’nin erkeğini Kesme’nin dişisine, ötekinin dişisini berikinin erkeğine eş etmek için onları yeni hem-bezm-i sevdalarıyla [aşk ortaklarıyla] mahfi ve mestur [gizli ve kapalı] birer zifafhaneye kapardı. Bir gün bu merakına Zevrak’la Ebru hedef oldu. Çırpınarak itiraz ettim: Onlar kümesin en genç, en âşık, en mesut, hatta en güzel çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi. O, mutlaka fikrinde galebe çalmak için öyle sebepler buldu ki mağlup olmak lazım geldi. Ebru Gökmavi bir erkekle, Zevrak bir dişi Udi ile kapandılar. O, bana bu facia-i aşktan [aşk faciasından] beklenen neticenin hemen zaferini ilan eden bir sesle: “Bakınız, ne güzel yavrular alınacak!..” diyordu.

Ben artık bütün kümesi unutmuştum, yalnız bu mahpus çiftlerle meşgul oluyor, şu devre-i hicran [ayrılık dönemi] içinde onların bîçare mecruh [yaralı] kalplerini hisse çalışıyordum. Zevrak’la Ebruya verilen yeni eşler zaten eşsiz idiler. Kendilerinin daire-i mahremiyetine [mahrem alanına] tahsis olunan [ayrılan] yeni eşlere hemen ihsâs-ı sevda [aşkı hissettirme] gayretine düştüler: Gökmavi Ebrunun etrafında kuyruğunu sürterek, göğsünü şişirerek yaşamak sevmek demek olduğunu izaha [açıklamaya] çalışıyor, Udi muhteriz taşkınlıklarla Zevrak’ın boynunu gagalıyordu. Fakat ötekiler!.. Oh! Ötekiler güya ağlıyorlardı: Kafesin köşesine büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır kapanarak güya artık hayatı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile düşünmeyerek, bîçare [çaresiz] matem-zede sevdalarına sâkit [sessiz] ve derûnî [içten gelen] yaşlar döküyorlardı.

Bir sabah Ebrunun kafesinde şâyân-ı hayret [şaşkınlık verici] bir şey gördüm: Ebru yeni âşıkının ağzını öpüyordu. Nasıl? Ebru, sen de, ah mini mini kadın, sen de o sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, öyle mi?

O gün güvercin sahibine anîf [sert] bir sesle haber verdim: “Şimdi artık Ebruyu çıkarabilirsiniz yeni âşıkıyla öpüşüyor.” O, güldü. Ötekini sordu: “Zevrak, Zevrak ne yapıyor?” Şüphedir [Şüpheli] bir sesle “Şimdilik hâlâ düşünüyor!” dedim.

Bunu şüphedir bir sesle söylediğime ne kadar hata etmişim! Zavallı Zevrak! İşte senin hatırandan aflar diliyorum. Fakat o bî-vefadan [vefasızdan]sonra nasıl hükmedebilirdim ki yeni maşûkanm [sevgilinin] bütün tesliyetleri [teselli verişleri], bütün nevâzişleri [okşamaları] bî-semere [faydasız] kalacak, sen haftalarca, aylarca o facia-i sevdanın [aşk faciasının], o hıyanet-i aşkın [aşk aldatmasının] m ıı, inleriyle yüreğinin yaralarını zehirliye zehirliye, her dakika bir I’ *11 daha ölerek, bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan, ıld.ıt.ııı saadetlerinden kaçarak, eriyeceksin, biteceksin..

I vet, Zevrak teverrüm etti [verem oldu], hiçbir şey değil, 11 ” inim etti, ne yanındakine, ne kafesinin bir tarafından görünen ■ m.ıya hatta bazen kafesinin tersinden gelerek lakaydâne [ilgisiz] hıı nazarla [bakışla] içeriye bakmaya çalışan Ebrunun gölgesine fil. küçük bir nigâh-ı iltifatı [iltifat bakışı] israf etmeyerek, hep o kuşesinde ıslanmış bir kuş mazlumiyetiyle can çekişerek, Zevrak, l’lı gün son nefesiyle gagasını açtı, bir küçük terâne-i şikâyet [şikâyet nağmesi], ufak bir guu! bile çıkmadan öldü.

Bîçare kurban-ı sevda [aşk kurbanı/!.. O zaman bana bu facia, b” güvercin olmak ve bilhassa bir Zevrak olmak için ne büyük bir ıı/ıı vermişti! Ben de öyle mesut bir sevdadan sonra onun matem-i İm tanıyla [ayrılık yasıyla] erimek, ölmek isterdim, ben de bir lılı inciden sonra saadet aramamak düşünürdüm, fakat galiba bu meselede Zevrak’tan ziyade Ebrunun felsefesinde isabet var!..

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com