Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul Romanının Tahlili
İstanbul’un İstibdat, Meşrutiyet ve Mütareke yıllarındaki durumunu Üç İstanbul romanın baş kahramanı Adnan Bey’in yaşamından ve onun etrafındaki kişilerle olan ilişkilerinden anlarız. İstanbulun üç hali İkinci Meşrutiyetle İttihat ve Terakki’nin İstanbul’u, Mütareke yıllarının İstanbul’u…
Tevfik Fikret’in sis şiirindeki gibi çürüyen ve yozlaşan bir İstanbul görürüz romanda. Birbirini izleyen üç dönemi Adnan Bey’in hayatı üzerinden anlatır Mithat Cemal Kuntay. Üç İstanbul romanında çürüyen yozlaşan İstanbul’dan bir leş kokusu sürekli burnumuza gelir.
Jurnalciler, iki yüzlüler, dalkavuk ve çıkar peşinde koşan insanlar, insanları birbirine düşürüp bundan mutlu olanlar, kuyu kazanlar, kötülükten mutlu olanlar, servet avcıları, başkasının karısına göz dikenler hepsi İstanbul’un üç dönemi içinde anlatılır.
Üç İstanbul (1938), bir bakıma, Mithat Cemal’in görgü tanıklığıdır: Gücü de buradan gelir, güçsüzlüğü de. Gözlemlerle beslenen bir ayrıntı zenginliği, kişilerin alabildiğine sahih oluşu romanda kendini duyuruyor, romanı çekici yapıyor; ama yaşayıp gördüğü (daha doğrusu görüp öfkelendiği) birçok gereksiz ayrıntıya kıyamayışı, romanını bunlardan ayıklayamayışı, romanın dağılmasına, iç örgüsünün gevşek olmasına yol açıyor.
Hiçbir romanımızda Üç İstanbul’da olduğu kadar bol roman kişisi yoktur. Adnan’la Belkis’in çevresinde gelişip genişleyen romanda irili ufaklı kırk kadar insan var. Bunlar, hep Mithat Cemal’in çok iyi tanıdığı bir çevrenin insanları: Konakların, köşklerin, yalıların insanları. Mithat Cemal, Abdülhak Şinasi Hısar’ların imrenerek, yürekleri yanarak baktıkları konakların, köşklerin, yalıların gerçek yüzlerini gösteriyor; geçmişe, imrenerek, özleyerek değil; tiksinerek, öfkelenerek bakıyor. O çürüme içinde namuslu insan olarak bir Şair Raif’le Dağıstanlı Hoca’yı, iyi insan olarak bir Süheylâ’yı görüyoruz. Ama Şair Raif’le Dağıstanlı Hoca’dan pek az söz edilir, Süheylâ ise silik kalmıştır. Mithat Cemal, namuslu ve iyi insanları anlatmaktan zevk almaz gibidir.
Romanda, sinemacıların deyimi ile, “harici sahneler” yok gibidir; hep konaklarda, yalılarda geçer olaylar. Sokak yoktur. Sokağın olmadığı yerde elbette halk da yoktur. Zaten Mithat Cemal, yalnız “yukarı tabakalar”ı değil, halkı da küçümser: Han kahvecisinden söz ederken, “aşağı halkın…” (Üç İstanbul, Semih Lütfi Kitabevi, 1938, s. 504) sözlerini ağzından kaçırıverir. Gene han kahvecisi için “Teneffüsü vapurlardaki ikinci mevki kokuyordu,” (s. 508) der.
Belli, yalnız kendini beğeniyor Mithat Cemal! Herkes namussuz, herkes aptal, herkesin kültürü sathi… Bu kendini beğenmişlik romanın bütününe sinmiş; kişilere bakışım olduğu gibi üslubunu da etkilemiş: süslü ifade, paradoks ve vecize merakı. Adnan için söyledikleri kendisi için de söylenebilir: “Bunları söylerken, vücudunun içinde ikinci bir vücut bu teşbihlere bayılıyordu. Artık susamıyordu; kendi söylediği bu kadar güzel şeylerin bitmesine kendi de kıyamıyordu.” (s. 526) Ama zaman zaman şaşırtıcı bir deyiş ustalığına vardığı, birkaç sayfada anlatılacak şeyleri bir iki cümlede anlattığı, süsle zekâyı uyumlu bir biçimde birleştirdiği de bir gerçek.
Bütünüyle yansıtmak istediği bir dönemin tarihi yorumunda da ortaya çıkıyor bu kendini beğenmişlik. Oysa Üç İstanbul’un anlattığı dönem, politik, ekonomik ve sosyal bakımdan önemle incelenmesi gereken bir dönem. Üç İstanbul için, kısaca, Osmanlı İmparatorlu-ğu’nun yıkılışının romanı diyebiliriz. 19. yüzyılın başlarında ülkeye iyice nüfuz etmeye başlayan Batı, önce bu geniş pazarı ucuz fabrika mallarıyla doldurmuş, sonra sermaye ihracına başlamıştır. Kapitalist Batı karşısında, sanayide el tezgâhları ve küçük atölyelerle, tarımda karasabanla tutunmaya çalışan imparatorluğun yıkılması kaçınılmaz bir zorunluluktu. Ülke, yavaş yavaş bir yarı sömürge durumuna gelmişti. Abdülhamit, iç ve dış baskılar karşısında saltanatını korumak ve sürdürmek için baskıyı artırdıkça artırmıştı. Halkın en küçük direnmesi, aydınların özgürlükten yana tutumları şiddetle bastırılıyordu. 1908 hareketi mutlakıyeti yıkmış, özgürlük döneminin geldiğini ilan etmiştir. Basın özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, fikir özgürlüğü vatandaşların tabii hakları sayılmıştır. Ne var ki İttihat ve Terakki, memleketin kurtuluşunu, memleketi bu duruma getiren Batı emperyalizminin yardımında aramıştır. O yıllarda en sevindirici haber -şimdi olduğu gibi- ağır faizler ve büyük tavizler karşılığı alınmış bir dış borçtu. Birtakım insanlar kolayca vurgunlar vurup zengin oluyorlardı, ama üretim artmıyordu. Ekonomik kalkınma gerçekleşmiyordu. Özgürlük söylevlerine rağmen halkın sefaleti, geriliği olduğu gibi sürüp gidiyordu. Derken, 31 Mart… Abdülhamit tahttan indirilir, yerine Sultan Reşat getirilir. 31 Mart, özgürlükleri kısıtlamak için iyi bir bahane olur. Baskı tedbirleri şiddetlendirilir. İşçi hareketlerine, sendikalara karşı terör başlar. İktidar çok dar bir kadronun elinde toplanır.
Artık basın, toplantı, fikir özgürlüğü diye bir şey -sözde de olsa- yoktur. 1918’e kadar İttihat ve Terakki’nin mutlak egemenliği sürer. Ve Alman militarizminin kucağına düşen imparatorluk devrini tamamlayarak yıkılır.
Temelde böylesine hızlı bir çöküş olunca bunun toplumun yüzeyine yansıması ancak bir ahlak çürüyüşü, ancak bir yozlaşma olabilir. İşte Mithat Cemal, temeldeki oluşumu gereğince değerlendiremediği için, gözlerini toplumun yüzeyine vuran kokuşmaya dikmiştir. Ne var ki zaman zaman çok ilginç gözlemlerini okuruz. Mesela emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu ne duruma getirdiğini iki üç cümlede özetleyiverir: “İstanbul’da üç şapka vardır. Çamlıca tepesinden evvel bu üç şapka görülür. Rejideki Ramber’in, düyunu umumiyeci Ber-je’nin, şimendiferci Hügnen’in kafasında duran üç serpuş! Bu üç şapka, bu üç kafadan bazen kaldırıma iner, bazen bulutlara fırlar; şimdi iki elde bir topaç olur, döner. Şimdi iki çatık kaş üstünde bir umacı olur, durur. Osmanı İmparatorluğu denen uşak odasını bu üç şapka idare eder.” (s. 56). Belkis’in babasının mermer yalısı için “Bu yalıdaki refah, memleketi vuran hançerdi.” (s. 154) der. Adnan’a “Memleketin zaten neresi benim? Ereğli’de kömür Fransız! Haydarpaşa’da demir Alman! Yalnız Yemen’de dökülen kan Türk!” (s. 65) dedirtir. Ama öte yandan “1918 mütarekesi demek Türkten Rum intikam alacak demektir.” (s. 397) gibi yorumlar da yapar. Adnan’a “Her teceddüde millet taraftar, ahali düşmandır!” dedirtir; ama amacı, kendi deyişiyle, “tezatlı bir marifet” söyletmektir; Tanzimat’tan bu yana, “yenilik” denen şeye “ahali”nin niçin karşı olduğu üzerinde durmaz; bu dönemin ekonomik-politik-sosyal gerçekliğini gereğince bilmediği için, “yobazlık” gibi, “taassup” gibi yüzeyde kalan yorumlarla yetinir. Bölük pörçük gözlemlerden öteye geçemez, tutarlı bir dünya görüşüne ulaşamaz.
Bu arada, aydınların bir gece toplanıp gizlice kitap okudukları “Korkunç Komiteciler” başlıklı bölüm, Abdülhamit devrinin baskısını, aydınların psikolojik durumlarını çok güzel verir. “Sarıkamış” başlıklı bölüm, bize 90 bin ölüye mal olan bir bozgunu, Enver Pa-şa’nın kişiliğini çok iyi çizer. Ama Mithat Cemal, toplumun yalnız çürüyen yanını görmekte direnir. Bütün bir dönemi anlatmak istemesine rağmen, 1908 hareketinden hemen sonra memleketin her tarafın da girişilen grev hareketlerinin, işçi-polis, işçi-jandarma çatışmalarının hiç sözünü etmez. Yabancı sermayeye kızar, ama yabancı sermayenin dayatmasıyla işçi hareketlerini bastıran Meşrutiyet hükümetinin bu davranışından sanki habersizdir. Emekçi halk yoktur onda, olsa olsa “fakir insanlar”, acınacak insanlar vardır. Mithat Cemal, çürüyen toplumun içinde serpilip gelişmekte olanı göremez.
İnsan gerçekliğine de, toplum gerçekliğine de çok kişisel, çok keyfine göre bir açıdan bakan, yanlış değerlendirmeler yapan Mithat Ce-mal’e rağmen, Üç İstanbul, insan gerçekliğini de, toplum gerçekliğini de başarılı bir biçimde yansıtır. Temeldeki sebeplere inemeyişi, gerçeklere bilimsel bilgiyle beslenen bir görüş açısından yaklaşamayışı pek o kadar önemli görünmez. Önemli olan, Mithat Cemal’in görgü tanıklığıdır; bildiklerini anlatmasıdır. Roman, Mithat Cemal’e rağmen başarılıdır; onun o çok önem verdiği süslü ifadeler olmasaydı belki daha da başarılı olacaktı.
Olaylar, konuşmalar hep konaklarda, yalılarda geçer. “İstibdatta Hidayet’in, Meşrutiyette Adnan’ın konağında toplananlar, Mütarekede hep Naşid’in salonunda” der. (s. 473)
İnsanlar değişmez: Aynı kişiler, üç dönemde de karşımıza çıkarlar. Sıfırdan başlayanların nasıl yükseldiklerini, sonra nasıl düştüklerini görürüz. Her dönemde işlerini yürütenleri görürüz. Yükseklerde olanların nasıl düştüklerini görürüz. “Memleketin tarihini okkayla, bayrağını arşınla satabilecek adamlarla dolup boşalan Hidayet’in konağı!” (s. 93) Homoseksüel olan Hidayet, kendisi gibi önemli kimseleri saraya jurnal ederek gündüz saraydan para alır, gece, konağında, saraya söver. Ama İttihat ve Terakki iktidarı alınca Hidayet’in gücü de, gösterişi de sona erer. Mithat Cemal ne güzel anlatır Hidayet’in ölümünü: “Konağına gelmeyen elçiler, arabasına selam durmayan polisler onu öldürdüler.” (s. 337) Mermer yalıyı 1908 hareketi bir ara yıkar gibi olur: “Bir cinayet olan bu servet” (s. 154) içinde, karısının göğsüne 25.000 İngiliz liralık elmas takan erkânıharp müşirinin yüzüne tükürür halk; “Adliye, Harbiye koridorlarında dolaştı; Tevkifhanede, Bekirağa bölüğünde, polis müdürlüğünde yattı, kalktı. Bir gün bir vapura bindi, sürgüne gitti.” (s. 287) Sürgünde ölür. Ama saklanan ve hacizden kaçırılan esham, mermer yalıyı, siyasi değişikliğe rağmen, devam ettirir.
Bunlar, yükseklerden düşenler. Yükselenlere tipik bir örnek, Moiz. İttihat ve Terakki’ye göre “Moiz kendi kendini yaratan adamdır.” (s. 341) Oysa Moiz, Selanik’te avukatken, sahte “prova dı fur-tung”lar yaparak hem sigorta şirketlerinden, hem mali kazaya uğrayan tüccarlardan para alır. İttihat ve Terakki zamanında ise Suriye ile altın kaçakçılığı, Almanlarla ithalat… Karısını ortaklarına peşkeş çeker. Serveti korkunçtur. Ama Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçı olan Moiz, yenilgiden sonra, İtalyan olur, İtalya’ya gider. Başladığı noktaya, yani sıfıra gelir gibi olunca intihar eder.
Romandaki tipler pek çok. Ama romanın baş kişileri, Mithat Ce-mal’in büyük bir başarıyla çizdiği Adnan’la Belkis’tır.
Adnan, sınıf değiştirmek isteyen tipik bir Osmanlı-Türk aydınıdır. 93 Harbi sebebiyle, sekiz yaşındayken, İstanbul’a gelip Kuzguncuk’taki bir yalıya sığınan bu Rumeli göçmeni, hukuk bitirdikten sonra, yazarlıkla, özel dersler vermekle geçimini sağlamak ister. Adliyeye girmek ya da avukatlık yapmak istemez. “Hadise-adam” olduğuna inanır. Yıkılan Vatan adlı bir roman yazmaktadır. İstanbul’un üç döneminde de bu romana çalışır, ama bitiremez. Gerçekte, “yıllardan beri bitmeyen bu kitap Adnan’ın kibirlerinden biriydi.” (s. 242) Birine hınç duyunca, bir şeylere küsünce, öteki insanlardan farklı olduğuna inanmak isteyince romanını yazmaya koyulur. Şimdilerde birtakım insanlar için “sosyalizm” neyse “roman” da Adnan için odur: Zekâsını, üstünlüğünü öteki insanlara ispat etmek için, birtakım insanları aşağılamak için bir araç… Her şeyin merkezi hep kendisidir. “Kendisinin payı olmayan zafere, eshamını almadığı şirketin kapısındaki ‘Muameleci’ gibi somurtur.” (s. 443) Hep önemsenmek, hep beğenilmek ister. Ama bütün iddialı davranışlarına rağmen hayatı rüzgârda yaprak misalidir. Beğenmediği Hidayet’in bulduğu derslerle geçinir. Hidayet’in konağını, bu konağa gelenleri küçümser; ama buradan ayrılacak gücü de bulamaz. Şair Raif’in namusuna inanır. Ne var ki “Hidayet’i hem beğenmiyor, hem onun gibi olmak istiyor, Şair Raif’i beğeniyor, onun gibi olmak işine gelmiyor, çırpınıp duruyordu.” (s. 144) Bilgisi, bir savaş aracı değil, kişisel yükselme basamağıdır. Kendinden vermeden, karşılığını yaşamasıyla ödemeden yükselmek ister. Ve bu fırsatı bulur: İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki adamı olur. Bir tutuklama ve Trablusgarp’a sürgün, 1908’den sonra bütün ikbal yollarını açmaya yeter. Artık nazırlar tayin ettirecek kadar güçlüdür. Ama politikada doğrudan bir görev almaz. Bir zamanlar beğenmediği avukatlığa başlar; ama ne avukatlık: “Dahiliye nazırıyla köprüye beraber indikleri her gün Adnan’ın Eminönü’ndeki yazıhanesine birkaç kocaman dava geliyordu.” (s. 291) Adnan, bir taksim üç İttihat ve Terakki’dir. Sonuç: Zenginleşmek, durmadan zenginleşmek, çevresini de zenginleştirmek: “Tebessümü iltimastı; bir ismin önüne (bizim!) dedi mi ismin sahibi elçi, vali, müsteşar oluyordu.” (s. 317) Mithat Cemal, siyasi nüfuz ticaretini çok güzel gösterir. Moiz’in konağındaki davette, bir sivil nazır, apaçık hırsızlıklar karşısında, “Kendisi o kadar temiz olduğu halde niçin pis adamlar yarattığını” (s. 349) düşünür. Adnan da konak sahibi, vekilharç sahibi olur. Ve refahına alışıp particiliğin tatlı yanlarına kandıktan sonra nihayet taparcasına sevdiği Belkis’le evlenir. Ama sürgüne gönderdikleri adamın kızının karşısında hep bir aşağılık duygusu içindedir: Ekonomik bakımdan güçlenen burjuvazinin çöken aristokrasi karşısında duyduğu tipik aşağılık duygusu. Bir türlü kurtulamaz “sonradan görmelik” duygusundan. Belkis’i hep kendinden üstün bulur, hep Belkis’e yaranmaya çalışır. Ama yıpranmış ayakkabılarının, eski elbiselerinin, zevksiz kravatlarının, Aksaray’daki yoksul evinin anısı yakasını bırakamaz. Eski devrin kibar adam örneği, bir aristokrat döküntüsü Naşit’le dost olur; nasıl yenilip içileceğini, nasıl giyinileceğini öğrenmeye çalışır ondan. (Bu arada Naşit, Adnan’a belli etmeden Adnan’ı kullanarak altın kaçakçılığından zengin olur.)
Belkis, yozlaşan bir tabakanın tipik bir örneğidir. Elbiselerini, iskarpinlerini Paris’e, Londra’ya ısmarlar. Fransızca, İngilizce, Almanca bilir. “İnsanı mustarip edecek kadar güzeldir.” (s. 118) Sonuna kadar sınıfının kadını olarak kalır. Mithat Cemal, Belkis’i en küçük bir uzlaşmaya yaklaştırmaz. Onu ak ve kara, bütün yanlarıyla gösterir. Belkis, babasını İttihat ve Terakki’nin sürgüne göndermesini hiçbir zaman bağışlamaz. Adnan’ın arkadaşlarının “köylü nezaketlerinden, taşra kokan terbiyelerinden” hoşlanmaz. Bir konuyu enine boyuna konuşmalarına dayanamaz. Adnan’ı küçümser. Onun gözünde Adnan hep o eski tarih öğretmenidir: “Çok zavallı adam. Yüreğim parçalanıyor. Yardım etmek istiyorum. Babama söyleyip birkaç kat elbise yaptırsak diyorum.” (ss. 269-270) Adnan’la evlenmiştir ama “En heyecanlı dakikada Belkis hemen başlayıp biten et itaatile Adnan’ın oluyordu; sonra yataktaki erkeği tanımayan bir kadın aynada giyiniyordu.” (s. 305) Durmadan kocasının giyimiyle alay eder. Yalnız eski çevresinin insanlarından hoşlanır: Naşit, Cevat… Gaştayn kaplıcalarına kocasıyla değil Naşit’le gitmek ister. Sebep: Naşit “Ruhundan derisine kadar şık”tır. Belkis’in değerlendirme ölçüsü budur: Şıklık, kibarlık. Prens Hasan’ın nazır olmasını doğru bulur, çünkü “Hiç olmazsa yemek yemesini bilir!” (s. 308) İttihat ve Terakki nazırlarının karılarıyla alay ederken “Fakat iki üç asır kadar hükümette kalsalardı giyinmeyi öğrenecekler, kibar olacaklardı.” (s. 403) der. Adnan’a, açıkça, “Seni sevdiğim için değil, kendimi sevdiğim için seni aldatmam” der. Bir Rus prensini sevince de boşanır, çeker gider. Belkis’in sonu, bir çöküşün anlamlı sonucudur: Türkiye’de çalışmaktan utandığı için çalışmak için Amerika’ya gider. “New York’ta çorap paketleri işleyerek geçinirmiş. Bir gün hamamda yıkanmış; en güzel geceliğini giymiş; odasının havagazı musluğunu açarak karyolasına uzanmış, ağır ağır ölmüş!” (s. 432).
Adnan’la Belkis’in kişilikleri, ilişkileri, olaylar karşısındaki davranışları, “sınıf değiştirmek isteyen bir aydın”la “çöken bir zümrenin kadını”nın tipik kişilikleri, ilişkileri, davranışlarıdır. Mithat Cemal, bunu alabildiğine ayrıntılı ve somut bir biçimde gözler önüne sermektedir. Yalnız bu iki koltuk değneği bile romanı ayakta tutmaya yeter.
Adnan, sonuna kadar, Belkis’e âşık ve hayran, Belkis karşısında eziktir. Belkis’in ölümünü öğrendiği zaman “Gece köşkte yatağında Belkis’e ağladı. Sonra ağladığına sevindi. Sonra bir ferahlık duydu: Belkis ölmekle Adnan eski tarih hocalığından, eski iptidai kunduralarından, Aksaray’daki evinden kurtulmuş gibiydi.” (s. 439) Mithat Cemal’in romanında pek çok olan o unutulmaz saptamalarından biridir bu.
Mütareke ile İttihat ve Terakki, dolayısıyla Adnan düşer. Karısına adıyla seslenecek gücü bile yitirir, “Belkis Hanım” der. Geçinmek için başkalarına sığınır. Süheylâ ile evlenir. Gerçekte, bir sığınmadan başka bir şey değildir bu evlenme. Mithat Cemal, “Şair Raif’ten başlayan, Hidayet’te biten bir adam: Adnan!” (s. 90) demiştir. Adnan, bir bakıma, Hidayet’ten de fazla düşer: Görmediği itibar Hidayet’i öldürür de “yarı yoldan ziyade jigoloya yakın” bir kocalık ve beklediği davetin Ankara’dan bir türlü gelmemesi Adnan’ı öldürmez. Veremden ölür. Böylece onun da mason olduğunu öğreniriz.
Adnan’ın Ankara’ya karşı davranışı tipik bir İttihatçı davranışıdır: “Kahramanların safında boş duran yerine baktıkça da, memlekete acıyor, niçin çağrılmadığına şaşıyordu. Bu hayret gün geçtikçe, haset oluyor, sonra bu ‘haset’ şubelere ayrılarak istihza, tenkid, inkâr oluyor; kafatasının içinde bir yığın cinayetle Adnan karanlık bir adam kesiliyor, akşam yemeklerinde prensle prensesin karşısında somurtarak oturuyordu. Ve gizli davet bir türlü gelmiyordu.” (s. 441)
Üç İstanbul’da o pek ilkel tesadüfler, durmadan veremden ölmeler, kaldırılan cenazeler, gereksiz ayrıntılar, süslü ifadeler, vecize ve paradoks çabaları romanın güçsüz yanları. Ama bunlara rağmen, üç ayrı dönemin toplum gerçekliğini yansıtması, Adnan’la Belkis gibi unutulmaz iki roman kişisi yaratması bakımından Mithat Cemal’in bu romanı bugün de ilgiyle okunmaktadır.