Bir Tren Yolculuğu – (Öykü) Ahmet Hamdi Tanpınar

Hava yağmurluydu. Tren ara sıra şiddetli sağanakların arasından geçiyor, pencere camları vagonların üstü, yanları dakikalarca kamçılanıyor, bazan su serpintilerinin içeriye girdiği bile oluyordu. Sonra bu şiddet duruyor, gök biraz yukarıya çekiliyor, yüksekte açık mavi, menevişli tek bir çiçek gibi tepemize asılıyor, o zaman manzara gülüyor, ışıkla karışan ıslaklık, içimize bir nevi tazeleşmiş dünya hissini yayıyordu. Sonra yine simsiyah bir bulutun ülkesine girerek yine kamçılanıyor, yine ince ağların içine hapsediliyor, bir tabiat ortasında seyahat ettiğimizi unutuyorduk.

Fevzipaşa istasyonuna geldiğimiz zaman yağmur şiddetini kaybetmişti. İsteksiz denilebilecek şekilde, fakat yine yağıyordu. Trende sadece can sıkıntısı olan yağmur burada gerçek bir sefaletti, istasyonun önü kalabalıktı. Eloğlu’ndan gelen küçük tren buraya bir yığın kalabalık bırakmıştı. Renkli mintanlı, beyaz bez donlu veya şalvarlı bir yığın köylü kimi saçak altlarına sığınmış, ellerinde birer tutam yufka, karşı taraftan gelecek treni bekliyerek karınlarını doyuruyorlardı. İçli bulgur köftesi, haşlanmış yumurta, gözleme ile kaygana arasında siyah undan yapılmış tatlı satan, “Su!” diye bağıran satıcılar, trenin pencerelerinden eş dost arayan, yiyecek sepeti uzatan bir yığın halk daha vardı. Hepsi iç içe idiler. Üçüncü mevki vagonlar, kapılarına kadar dolu idi. Behemahâl gitmek isteyen yolcılar pencerelerden içeriye girmeğe çalışıyorlardı. Bizim vagon birinci ve ikinci sınıf yolcularındı. Bu banliyö hatlarında kullanılan şekilde tek bir salondu. Tekrar içeriye giren jandarma çavuşu bize “artistlerden başka binecek kimse yok” dedi.

Artistler dediği, iki hafta evvel bulunduğum kasabaya gelen, Belediyenin karşısındaki salaşımsı kahvede dört gece oyun verdikten sonra turnelerine devam eden trup olacaktı, yanımdaki “neden binmiyorlar?” diye sordu. “Küçük bir muameleleri varmış… Ölen kız vardı ya… Onun için telgrafla bir şey soruyorlarmış. Jandarma kumandanı, cevabını vermeden bindirmem, diyor… Şimdi nerede ise binerler.”

Genç çavuşun bu beraberlikten memnun olduğu hâlinden belli idi. Pencereye yaklaşarak eliyle bize oldukları yeri gösterdi. Kapının yanında, hemen hemen yağmur altında üzüntülü ve sabırsız bekliyorlardı. Yanlarında üstüste yığılmış üç dört bavul, manevra sandıklarına benziyen küçük tahta bir çekmece, bir kaç sepet ve bir yığın çanta vardı. Erkeklerden biri tam yağmurun altında, iki eli pardesüsünün cebinde, yalnız başının arka tarafında kalmış traşsız saçları, ihtiyar ve biçare çehresiyle ayakta duruyordu. Bu hâlinde, sefaletini farketmeden taşıdığını göstermeğe çalışan bir şey vardı. Yırtık gömleğine, buruşuk boyun bağına, yüzünden akan ve temiz bir hamam, sıcak bir oda, yumuşak bir yatak, üç gün uyku istiyen yorgunluğuna rağmen, sanatkârca giyinmenin ve yaşamanın ihmal ve gevşekliğini, kaderle mücadelesinde muvaffak olmamış aydın adamın gururunu muhafazaya çalışıyordu. Yanında ondan daha genç, pehlivan yapılı bir erkek, yine ayakta bir şeyler yiyordu. Kafilede üç kadın vardı. Birisi bir elinde dokuz yaşlarında bir kız çocuğunu, âdeta çalınmasından korkar gibi, sıkı sıkıya tutuyor, öbürü ile de sadece eşya yığınının en üstündeki sepete dayanıyordu. Diğer iki kadın daha geriden duvara dayanmış küçük kızla konuşuyor, gelip geçen erkeklere bakıyor, zaman zaman başlarını çevirip arkalarında, yüzlerinin ortasından aşağısı bir yağlıkla örtülü, muhteşem heybelerinin üstüne oturmuş bekliyen iki yürük kadınını âdeta çekinerek seyrediyorlardı.

Artist kadınların bacaklarından şehirlerde satılan cinsten fabrika işi uzun konçlu yün çoraplar vardı. Üçünde de yürük kadınlarının debdebeli sükûnetinden eser yoktu. Telâşlı ve yorgundular. Hâllerinden bu rutubetli havada ölesiye üşüdükleri anlaşılıyordu, ikide bir ellerini ağızlarına götürüp ısıtıyorlar, sonra sefaletlerini iyice hatırlamak içinmiş gibi başlarını eğip, topukları çarpılmış, boyasız eski iskarpinlerine bakıyorlardı. Bununla beraber istasyonu dolduran kalabalıkta yine herkesten ayrılıyorlardı, insanlar arasında çok hususî bir talihle gezdikleri ilk bakışta belli oluyordu. Çehrelerinde, ellerinde, konuşmak için ağız açışlarında, sükûtlarında, bir ideali değilse bile büyük bir ümidi eskiterek yaşadıkları; delik deşik olmuş bir şemsiye altında barınır gibi, çok güzel, çok parlak bir şeyin harabesine sığınmış oldukları görülüyordu.

Nihayet arkadaşları geldi. “Her şey oldu!” der gibi bir işaret yaptı ve o zaman erkekler en ağır eşyaları aldılar; kadınlar çanta ve paketleri kaldırdılar; tıpkı sahnede imişler gibi, fakat sahnenin imkânlarından mahrum oldukları için hüznü daha belli bir tebessümle bizim kompartımana doğru yürüdüler. Onları himayesi altına almış görünen jandarma çavuşu binmelerini kolaylaştırdı. Kadınların hâline acıyan iki yolcu onlara yer verdi. Hemen hepsi, son bir defa pencereden bir şey unutup unutmadıklarını anlamak için terkettikleri yere baktılar. Hayır, hiçbir şey kalmamıştı. Tam zamanıydı. Kampana çaldı. Sonra telâşla, haykırışlar arasında tren, pencerelere, kapılara asılmış kalabalığı yavaş yavaş silkerek, soluya soluya hareket etti.

Yeni gelenler o kadar yorgundular ki, oldukları yerde uyuyacaklar sanmıştım. Fakat öyle olmadı. Kadınların en genci, moda romanlardan birini açıp okumağa başladı. Çocuklusu, vagondaki halkla rastgele konuşmağa koyuldu. Her sorulan suale uzun uzun cevap veriyor, konuşma kesilir kesilmez, öbür yanındakine dönerek küçük bir sualle yenisine başlıyordu. Büyük siyah gözlü, esmer, sırım gibi vücudu gerçekten güzel olan üçüncü kadınsa, daha şimdiden gözlerinin büyüsünü etrafta denemeğe çalışıyordu, iki günlük yolculukta sarsıla sarsıla, denk hâline gelmiş yolcuların hepsinde bu bakışlar tesirini derhâl yapmıştı. Jandarma çavuşu, sırtı oturduğum kanapenin kenarına dayalı, ayakta bıyıklarını burmağa başladı. Cins erkek vücudu, sessiz bir manyatizma içinde kadını • davet ediyordu. Çıplak başlı, kalın bağa gözlüklü, . orta yaşlı memur, sabahtan beri hepimize anlattığı iftira yüzünden bakanlık emrine alınma hikâyesini oracıkta kesmiş, çocuklu kadınla meşgul oluyordu. Herkes imkân ve vaziyetlerine denk geleni derhâl seçiyordu. Sanki bu karşılıklı vaziyetler tek başlarına bir tasnif yapıyor, ilerliyen yaş, dökülmüş saç, ihtiyarlamış vücut, başka türlü sevmeği, daha alçak gönüllü, daha az titiz olmayı kendiliğinden kabul ettiriyordu.

Orta yaşlı memurun gayretiyle küçük kıza, başı annesinin dizinde olmak üzere uzanacak kadar bir yer bulundu. Adamcağızın daha ilk teşebbüsü üzerine nezaket ve merhamet kesilen bir delikanlı, ona sade yerini vermedi, dizlerine paltosunu da örttü. Ayrıca çantasından yiyecekler, meyva ve çerez çıkardı. Ahretlik yapılı genç kız, en küçükleri, bizden bir sıra ilerdeki yerinde daldığı romana rağmen tam bir muhasara altında idi; iki tüccar karşısına geçmiş ona öteberi ikram ediyorlar, cigarasını yakıyorlar, sualler soruyorlar, velhasıl bu sıkıcı yolculukta yalnız kalmadığını, yalnız kalmak korkusu bulunmadığını ellerinden geldiği kadar açıkça anlatıyorlardı. Genç kız, bu program dışı rağbetten memnun, ayak ayak üstünde, kendi repertuarından ziyade seyrettiği filmlerin hatırında kalan büyük flört sahnelerindeki kadınları taklide çalışıyor, kâh kitabına dalıyor, kâh pencereden yağmurun boğduğu manzarayı seyrediyor, ara sıra onlara tek kelime ile cevap veriyor, hülâsa bu tesadüfü tam mânasiyle tadıyordu.

İhtiyar aktör benim yanımda idi. Birdenbire ölen artisti hatırladım. “P…” deki küçük salaşın şanosunda iki defa seyrct’iğim bu kız belki en istidatlılarıydı. Güzel bir İstanbul şivesi vardı, istediği zaman bir ıevi edâ takınabiliyor, yine istediği zaman çok şehir çocuğu çalabildiği için hoşa giden bir kolaylıkla oynuyordu; fakat asıl dikkat edilecek tarafı zaman zaman rolünün içinde uyanmaları, etrafına garip denecek bakınmalarıydı. Sahne aralarını dolduran küçük varyetelerde de en çok muvaffak olan o idi. Bilhassa eski Anadolu kıyafetiyle oynadığı bir çiftetelli hemen herkesin hoşuna gitmiş ve kaymakamın eşinden ilkokulun kadın hademesine varıncaya kadar kasabanın bütün kadınlarını kendisine düşman etmişti, öyle ki, trup kasabadan ayrıldıktan iki hafta sonra bile bu dört günün dedikodusu bitmemişti; sonra birdenbire ölüm haberi gelince bu dedikoduyu en fazla körükleyen kadınlar bile ona acımışlardı. Yol arkadaşıma:

Anlatsanıza dedim; Zeyneb’e ne oldu böyle?

Kaza, dedi. Ne olacak kaza… Güzel kızdı. Gösterişli, kanı sıcak bir taze idi. Her gittiğimiz yerde o beğenilirdi. Erkeklerin hoşuna gitmesini bilirdi. Bu sefer de öyle oldu. “Z…” de, yakın köylerden birinden zengince bir adamın hoşuna gitmişti. Adam evlenmek teklif etti. O da rahat ederim diye kabul etti. Beraberce köye gittiler. Birkaç gün sonra kazaya nikâh kâğıtlarını yaptırmak için dönerken arabanın atları ürküyor, haydi uçuruma… Yalnız arabacı, o da bir tesadüfle, ilk sıçrayışın şiddeti kendisini yerinden fırlattığı için bir çalıya takılarak kurtuluyor.

— Nasıl olur, dedim. Dizginleri tutmuyor muydu? Dizginler dindeyken sürüklenemez miydi?

Çok uysal bir sesle:

Elinden kurtulmuş olabilirler.. Bana kalırsa, (sesini biraz daha yavaşlattı) arabacı da, içindekiler de sarhoştular… Bir kısım köylüler de kaza yeriyle arabacının bulunduğu yer arasında çok mesafe var, arabacı sızıp yerinden düştü, diyorlar… Hasılı beyim, olan zavallı kıza oldu..”

Ceplerini yokladı. Bir sürü resim çıkardı. Bunlar hep ölen kadının resimleriydi. Mayolu, Kafkas kıyafetli, sahne kostümlü bir yığın soluk fotoğraf.. Bir tanesi Şekspir’in, tuluat kumpanyasının eline düştükten sonra tanınmaz hâle gelen bir komedisini oynarken çekilmişti. Altında “Mehmet Ağabeyime, Yanlışlıklar Komedisi’nden bir sahne” yazılıydı, öbürü, galiba Sekizinci’deki sarhoşluk sahnesinde, kadının hiddet hâlinde alınmıştı. Üçüncü sahneyi hiç tanımadım. Yalnız ihtiyar aktör, kocakarı rolünde, duvarda, dolap gibi bir yerden genç kadını korkutuyordu. Fakat iki akşam, üst üste sahnede seyrettiğim canlı ve güzel kadınla bu soluk fotoğrafların arasında hiçbir münasebet yoktu, ihtiyar artist onları büyük bir hüzünle elinde evirip çevirerek:

Düşünün bir kere, daha yirmi yedi yaşında idi… dedi.

Çok genç… Nereliydi?

İstanbullu, Hekimoğlu Ali Paşa Camiinin yanıbaşında bir evde doğmuş. Babası küçük bir memurmuş. Üvey anne elinde kaldığı için, çok hırpalanmış. Kadın evde bulunmadığı, zamanlar, komşu çocuklarını toplar, onlara üvey anasının taklidini yapar, güldürürmüş. Bilhassa babasiyle annesinin konuşmasını o kadar iyi taklit edermiş ki. Sonra sinema merakı, ağabeysi iş bulup onu sık sık şuraya buraya götürünce tiyatro hevesi başlamış. Nihayet evde küçük piyesler oynamağa girişmiş. Ağabeysi ile gittiği varyetelerin hepsini eve gelince tekrarlarmış. Zeynep’te raks şeytanı vardı; bu bacaklarımıza yerleşen bir şeytandır. Oradan vücudun öbür taraflarını idare eder, iki düzgün bacak ona, imkân olarak yetişti. Bir bakıma öbürlerinden çok iyi ve insaflı bir şeytandır. Ne muharebe düşünür, ne servet, sade kımıldanmak, sade ritmin peşinde koşmak. “Temizlik revüsü”nü gördünüz mü? O Zeyneb’in daha on üç yaşında kendi kendine icat ettiği bir oyundu. Üvey annesi her gün tahta sildirirmiş. O da şarkı söyliyerek silermiş. Sonra artist olunca bu hatıra “Temizlik revüsü’ne inkılâb etmiş. ”

Revüyü hatırlıyorum. P… deki salaşta, hepimizin bildiğimiz marifetler bitince, ışıklar tekrar kısılmış, dört kadınla küçük kız, hep birden eteklerini bellerine iliştirip sözlerini kimlerin uydurduğu, kimlerin bestelediği bilinmeyen —bunlar İstanbul’un meçhul taraflarıdır— modern dans havaları, eski İstanbul şarkıları söyliyerek gıcır gıcır tahta silmeğe başlamışlardı. Fevkalâde bir şey değildi bu; figürler ritmik olmaktan çok uzaktı. Hattâ öbürleri kendi vücutlarının güzelliklerini bile göstermiyorlardı. Fakat Zeynep belden aşağısına bir etek uydurduğu siyah mayosu içinde plâstiğini buluyordu. Ne olursa olsun bir icattı.

Tiyatroya nasıl girdi? diye sordum.

Çoğu gibi, evlendikten sonra. Küçük evlendirmişim. Kocası o semtte bir kunduracıymış. iyi kazanıyormuş. Fakat çok hoyratmış. Ben sonra tanıdım. Her akşam içer, içtikçe susar, değişir, sonunda bir vesvese ifriti olurdu. Zeynep, öyle okumuş, yazmış kadınlardan değildi ama, içinde bir şeyler kaynaşıyordu. Kocası onu anlıyamıyordu. Hep kavga ederlermiş. İşte o sıralarda ağabeysinin arkadaşlarından ikisi Holivuta kaçmağa karar verirler. Zeynep de onlarla gitmeğe kalkışır. Gidecek, kendisini gösterecek, muvaffak olacak, biçare geçmiş çocukluğunun hıncını almak için, meşhur ve zengin olarak İstanbul’a dönecek, bir balet heyeti kuracaktı. Bir mektup, küçük bir kağıt parçası, sonra küçük bir çanta.. Yallah. Tabiî polis, üçünü birden ailesine teslim etti. Delikanlılarınki kolay, bir parça azarla geçiştirilir. Sonra mahalle kahvesinde bir kaç gün lâfı edilir. Sevenler arasında bir nevi şöhret. Hattâ birinin adı Holivudun Zeki kaldı. Fakat Zeynep evli kadındı; daha poliste tekdir başlar, sonra kocası gelir, karakolda bağırır. Evde dayak, silâh çekmeler… İşte o akşamdan itibaren Zeynep değişti. Hiçbir şey onu tutamazdı artık. “Temizlik revüsü” nün sonundaki dayak sahnesi bu akşamın hatırasıdır, derdi.

“Nihayet ayrılırlar. Birkaç macera; sahne merakı, raks şeytanı, orada, kafasında ve bacaklarında çalışırken rahat yaşamak olur mu? Fakat Şehir Tiyatrosuna giremez, figüranlıktan başka bir şey vermezler. Hâlbuki Zeyneb’in ihtirasları var. Küçük kumpanyalardan birine girer, sonra trup değiştirmeler başlar. Arada, işsizlik zamanlarında barlarda Çalışma.”

Durdu nefes aldı elleriyle ceplerini yokladı. Kendisine cıgara ikram ettim. “İyi, siz de benimkinden içiyorsunuz” diye memnun oldu.

—    Dört sene evvel bir gece ona rastladım. Tabiî bizim de piyasamız var. Birbirimizi tanırız. Zeyneb’i hepimiz bilirdik. Küçük Parmakkapıya çıkan caddelerden birinde, bir barın önünde, sarhoş, perişan, üç kişiye lâf anlatıyordu. Bar sahibi mütemadiyen “içeriye gir!..” diye bağırıyor, o da “Bir dakika, bunlar benim müşterilerim..” diye sözünü bitirmeğe çalışıyor, “Bağırmayın, n’olur bağırmayın!…” diye yalvarıyordu. Sonunda isyan etti; ağlıyarak kaçtı. Onu yolun biraz ilerisinde yakaladım. Bizim kumpanyaya davet ettim. O yaz Beylerbeyinde iskele karşısında oynadık. Ne mevsimdi!!.”

iyi günlerinin eşiğine geldiği belliydi; âdeta daha ötesine geçmekten korktuğu için susmuştu. Ben de bir şey sormağa cesaret edemedim; daha ötesinin bir yığın imkânsızlık; olmayacağı bile bile kurulan hayaller, cılk çıkan ümitler, birbirini tutmıyan hesaplar, farkında olmadan işlenen hatalar, tek çare gibi görünen budalalıklar olduğunu hangimiz bilmeyiz? İnsan hayatı sandığımız kadar değişik değildir. Şartların arasına, mühim anlarda, kendi tecrübenizi olduğu gibi nakledin, en başka türlü hayatı doldurmuş olursunuz. İyi günler… Bu yağmurlu yolculukta, gökyüzünü tepemize mavi, büyük, tek bir çiçek gibi asan, telgraf tellerinin hemen alt çizgisinde, pencerelerin camlarında her yağmur damlasını bir elmas yapan kısa güneşli anlar gibi…

Yağmurun sık örgüsü aralandı, sonra gökyüzü bir tarafından iyice delindi; bir çitin üstünden san bir inek başı bize doğru tıpkı bir eski vazo resmi gibi, tam bir tecritle ve kısa hayalini süratin havsinde tamamlıyarak, uzandı. Sonra çit de, inek başı da, arkalarında bekliyen ve insana huzur vadeden küçük ev lâmbalarıyla geçmiş zamanımıza karıştılar Zeynep, belki de bu yolda gidiş gelişlerinde, bu cinsten evlerden birinin davetini duyarak evlenmeğe kalkmıştı.

—    Bazı oyunlarda çok güzeldi; fakat daima piyesin dışında kalırdı.

—Nasıl? dedim.

Eliyle, kendisinden beklenmedik, bir araştırma hareketi yaptı.

—Anlatması güç, dedi. Sonra yavaşça devam etti. Daha, hakiki korkunun, vücudda, gizli korkunun eseri yapılmadı. Yahut ben görmedim. İnsanın içine sinmiş, onun hareketlerini ikide bir kesen, yahut değiştiren, onu âleminden ayırıp başka bir âleme götüren korku… Tekrar uzun parmaklariyle, anlaşılmazın peşinde bir yığın işaret yaptı. Bize yapışmış, içimizde bizimle beraber her kımıldanışta dalları çatırdayan bir orman gibi büyümüş korku. Zeynep korkardı. Her şeyden, hayattan başka her şeyden korkardı. Hele yüksek perdede insan sesine hiç tahammül edemezdi. Bu çocukluğundan beri böyle idi. Üvey annesi onu korkutmak için evin şurasına burasına gizlenir, sonra yerinden bağırarak fıriar, o ağlamağa başlayınca gülermiş. Bizim “Kaynana” piyesi oradan gelir, beraber yazdık. Ne sahnedir ol.

“Kaynana” piyesi deminki fotoğraflarda yüklükten yaşlı aktörün kocakarı kıyafetiyle çıktığı sahne idi.

— Sahneye çıkmadan evvel bize yalvarırdı: Ne olur fazla bağırmayın; piyesi bozuyorum, derdi. Tabii asıl sebebini söylemediği için, böyle derdi. Hakikatte korkardı. Sanki zar gibi ince, sırçadan bir dünyası vardı. Hâlbuki bu korkusu güzeldi, sahne birdenbire canlanırdı. Onun için biz vadeder, fakat sözümüzü tutmazdık.”

Daha fazlasını dinlemedim; ihtiyar aktörün fotoğrafları tekrar çıkarmasına elimle mâni oldum. Bu son cümleler bana Zeyneb’in kaderini anlatmıştı. Bazı insanlar benzerlerinin, hattâ en yakınlarının kurbanı olmak için doğuyorlardı. Zeynep bunlardan biriydi, içim ihtiyar artiste hınçla doldu, gözlerimi kapadım.

Uyandığım zaman iyiden iyiye gece idi. Adana’ya epeyce yaklaşmıştık. Jandarma çavuşu ile uzun boylu kadın pencerelerden biri önünde gülüşüyorlardı. Belli ki parlak çizmeler ve iyi sıkılmış bel tesirini yapmıştı. Çocuklu kadın, çok insanca bir nankörlükle ihtiyar memuru unutmuş, nazik delikanlının gözlerinin içine bakıp gülümsüyor, ayaklarını sabırsızlık içinde oynatıyordu. Ahretlik yapılı genç kız, elindeki romanı ve oradaki otomobilli, kaloriferli, danslı, mükellef içkili hayatı, olması imkânsız şeyler arasına atmış, deminden beri kendisine ikram ettiği çeşit cıgaralarla âdeta zehirlemeğe çalışan uzun boylu, pehlivan enseli tüccarı sade kulak kesilmiş dinliyordu. Otuz beşlik jönp-römiye, senelerdir sevdiği ve peşinden kasaba kasaba dolaştığı kadının başkasiyle flörtüne hiddetinden, dişlerinin arasında kâh mendilini, kâh elini kanatırcasına ısırıyordu.

İhtiyar aktör bütün bunlardan habersizdi. O, sürüsünü yaz öğlesinin sükûnetine emanet etmiş bir kadim çoban gibi her şeyin iyi gittiğinden, iyi gideceğinden emin, canı burnunda soluyan jöprömiyeyi ceketinin düğmesinden yakalamış ona sanat tecrübelerinden bahsediyor, kâfi derecede çalışamadığını söylüyordu. “Aşksız sanat olmaz yavrum, diyordu. Bak bana, ihtiyar kadın rollerimde muvaffak olmak için daha otuz yaşımda iken gık bile demeden ön dişlerimi söktürdüm. Niçin yaptım bunu? Çünkü sanat fedakârlık ister. Mademki sanatkârım.”

Benim uyandığımı görünce, cebinden çıkardığı bir kâğıt uzatarak: “Yarın akşam bilhassa unutmayın. Jül Sezar oynuyoruz, dedi. Ben, Jül Sezar’a çıkacağım, Ali de Brutus olacak!.”

İçimde birdenbire kabaran hüznü, yarın akşamın bu biçare Romalılarına göstermemek için pencereden baktım. İstasyona gelmiştik. Büyük okaliptüsler, yağmurlu ve karanlık gecenin bütün bir tarafını, şaşmaz bir keder gibi zaptetmişti. Yerde istasyonun dağınık ışıklarının uzun ve titrek akislerle doldurduğu büyük su birikintileri vardı.

Radyo tiyatrosu olarak aşağıda da bulabilirsiniz.

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com