XX. yüzyılın başında Osmanlı Devleti, siyasal ve toplumsal çalkantıların derin sularında yol alırken, fikir dünyasında yeni yönelişler filizlenmekteydi. Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojilerinin devletin çözülüşünü engellemede yetersiz kalması, milletin varlığını koruyacak yeni bir düşünce sistemine ihtiyaç doğurmuştu. İşte Türkçülük, bu fikrî boşlukta bir kurtuluş reçetesi, bir yeniden doğuş umudu olarak doğdu. Millî Edebiyat hareketinin ideolojik omurgasını oluşturan bu akım, yalnızca edebî bir yöneliş değil, aynı zamanda bir kimlik inşası çabasıydı.
Türklerin milliyet fikrine yönelmekte gecikmiş olmaları, aslında bir eksiklik değil, devlet terbiyesinin bir sonucudur. Yüzyıllar boyunca “devlet-i ebed müddet” anlayışıyla yetişen Osmanlı Türkü, kişisel veya etnik kimliğini öne çıkarmaktan ziyade, imparatorluğun bütünlüğünü korumayı esas almıştı. Bu sebeple “Türk” kelimesi uzun yıllar boyunca sadece taşrada yaşayan halkı tanımlayan, hatta yer yer küçümseyici bir anlam taşıyan bir sıfat olarak görülmüştü. Ancak imparatorluğun çözülme süreci, Türk kelimesini yeniden itibar kazandıracak bir bilinç hareketinin doğmasına vesile oldu. Artık “Türk”, bir ırkı değil; bir kültürü, bir dili ve bir tarih bilincini ifade ediyordu.
Kenan Akyüz’ün de belirttiği gibi, Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleri önce siyasette doğup edebiyata yansırken, Türkçülük tam tersine, önce edebiyat ve fikir dünyasında doğmuş, ardından siyasete sirayet etmiştir. Bu yönüyle Türkçülük, bir aydın hareketidir; öncüleri kalemle mücadele eden fikir işçileridir.
Selanik’te 1911 yılında yayımlanmaya başlayan Genç Kalemler dergisi, bu düşüncenin en güçlü sesi haline gelmiştir. Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp’in etrafında şekillenen bu çevre, dilde sadeleşme, Türkçe’nin kendi köklerine dönmesi ve millî bir edebiyatın oluşturulması gerektiğini savunmuştur. Onların çağrısı, kısa sürede aydınlardan halka yayılan bir uyanışa dönüşmüştür. “Yeni Lisan” hareketiyle başlayan bu değişim, yalnızca kelimelerde değil, düşüncede, kimlikte ve edebî estetikte bir devrim yaratmıştır.
Türkçülük, kısa zamanda siyasî bir ideolojiye dönüşmüş, İttihat ve Terakki Fırkası’nın politikalarına yön vermeye başlamıştır. Bu dönemde Türk dili, adeta kendi bağımsızlık savaşını veriyor; Namık Kemal’in “vatan” kavramı soyut bir ideal olmaktan çıkıyor, Ziya Gökalp’in Turan ülküsünde, Ömer Seyfettin’in Kızıl Elma tasavvurunda somut bir hedefe dönüşüyordu. Enver Paşa’nın Orta Asya’ya uzanan hayalleriyle birleşen bu düşünce, Türk dünyasının birliğini düşleyen romantik bir vizyonun da temellerini atıyordu.
Ziya Gökalp’in 1911’de Genç Kalemler’de yayımladığı “Turan” şiiri, bu idealin en güçlü manifestosu olarak görülür. Gökalp, Türkçülüğün düşünsel çerçevesini çizerken, akılcı bir yol izler. Ona göre Turancılık bir “uzak ideal”dir; koşullar uygun olduğunda gerçekleşmesi arzu edilen bir ülküdür. Yakın hedef ise Türklüğün kültürel birliğini sağlamak, ortak bir dil, tarih ve edebiyat anlayışı geliştirmektir. Bu yaklaşım, duygusal bir romantizmden ziyade, realist bir milliyetçiliğin temelini oluşturur.
Bu dönemde Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesiyle formüle ettiği Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasındaki karşılaştırma, düşünce hayatına yön vermiştir. Gökalp bu fikri “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” formülüyle yeniden yorumlamış, milletin hem kimliğini koruması hem de çağdaşlaşması gerektiğini savunmuştur. Bu düşünsel sentez, hem Millî Edebiyat hareketine hem de Millî Mücadele’ye ruh kazandırmıştır.
Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları” adlı eseri, bu akımın programı niteliğindedir. O, Turancılık idealini duygusal bir romantizmle değil, toplumsal fayda ilkesiyle temellendirir. Türk milletinin güçlenmesi, eğitimi, iktisadı ve kültürel bağımsızlığı onun temel hedefleridir. Ona göre Turancılık, millî bilincin ufkunda bir yıldızdır; ama asıl görev, bugünün sınırları içinde güçlü, üretken ve bağımsız bir Türkiye inşa etmektir.
Nitekim Mustafa Kemal Atatürk’ün “Misak-ı Milli” anlayışı da bu fikrin siyasal düzeydeki yansımasıdır. Atatürk, Gökalp’in kültürel Türkçülük anlayışını bir devlet felsefesi haline getirmiştir. Millî sınırlarını koruyan ama fikirde, kültürde ve medeniyette evrensel olmayı hedefleyen bu yaklaşım, Türkçülüğün en olgun biçimidir.
Sonuç olarak Türkçülük akımı, yalnızca bir edebiyat veya düşünce hareketi değildir. O, Türk milletinin kendini yeniden tanımladığı, tarih sahnesine yeniden güçlü bir özne olarak döndüğü bir bilinç uyanışıdır. Edebiyat bu uyanışın dili, şiirleri ise kalbidir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde, Mehmet Emin Yurdakul’un mısralarında, Gökalp’in fikirlerinde ve Atatürk’ün eylemlerinde yankılanan bu ses, aslında tek bir cümlede özetlenir: “Türk milleti, kendi dilinde, kendi toprağında, kendi kaderini yazacaktır.”
