Osmanlıca Metin, Hüseyin Cahit Yalçın – Hayat-ı Muhayyel

Merhabalar, Osmanlıca Metin okumayı ne kadar çok sevdiğinizi biliyoruz. Daha fazla kelime öğrenmek için sizlerden gelen bir çok çeviri istediğine malesef olumlu yanıtlar veremiyoruz. Ancak bazı paylaşımların çevirilerini internet aleminde zaten bulabiliyorsunuz. Biraz araştırma ile her şey mümkün. Bu defa sizleri bu zahmete de sokmuyor ve hem osmanlıca metin hem de çevirisini paylaşıyoruz.
Mutlu okumalar.
Hayât-ı Muhayyel
– Mehmed Câvid’e –
Bu şimdiki âlemlerden pek uzaklara gitmiştik; mâzi ile aramızda ebedi fırtınalarla
cenkleşen büyük denizler vardı. Şimdi her şey yeniydi: Hattâ kalplerimiz, hattâ hislerimiz, hattâ ilk
günlerde kubbe-i saf ve laciverdîsi altında misafir olduğumuz sema-yı mükevkeb bile yeniydi.
Çimenlerini çiğnediğimiz topraklar, ufuk üzerinde teressüm ettiğini gördüğümüz ormanlar, rehgüzârımızı
tatîr eden çiçekler bile yeni, bâkirdi. Ve bu saf ve mâsum tabiatın sîne-i müşfikinde
bizim için yeni başlayan bu hayat,- ah, bu hakikate iktirân etmeyecek hayat-ı muhayyel!- Bilhassa
bu hayat-ı mu’azzez hepsinden yeni, hepsinden saf ve tabii idi.
Köyümüzü sahilin en şirin, en sevimli bir noktasında intihâb etmiştik. Adamızı ihata eden
bahr-i hurûşânın heybetli dalgaları bizim sahilimize gelinceye kadar ilerideki kayalara çarparak
kırılırdı. Ve birer elmas gibi parlayan beyaz, temiz kumlarımızı hafif hışırtılarla tehziz ettiği zaman,
zannederdik ki bu ummân-ı bî-payan şu ıssız sahilin hep bir hiss-i uhuvvetle birleşen garîbü’ddiyar
mihmanlarına bir terâne-i tebrik ve teşci’ ihda ediyor.
Zaten bütün tabiat bize bu hüsnü kabulü göstermişti. Cesîm ormanların nesîm-i müferrihe
tevdi’ ettikleri tûde-i revâyih, bir hiss-i iğtirab ile ihtilaç etmek isteyen sinelerimize kuvvet-bahş bir
deva-yı tesliyet getirir, ileride çağlayan sular bize cesaretler verir, kuşlar bize birer neşide-i metanet
okur, bütün tabiat-ı muhite pâk- i tâbi bir hayat ile zinde, faal görünen bu valide-i müşfike bizi
aguşuna alır, bağrına basar; bu derin, bu umumi hayat içinde kederlerimizi unutturur, etraftaki
ahenk-i hayata karışmak, yaşamak – ,oh, serbestçe, insanca yaşamak – arzularını bize verirdi.
Köyümüzün önünde ufk-ı mevvâcın beyaz köpükleriyle hasbihal eder gibi hal-i aşina duran
rahîm ve sal-dîde, büyük bir ağacın altında ilk akşamlar toplandığımız zaman yanımızda oynaşan
parlak saçlı sevgili çocuklarımız, mütehayyir gözlerle baktıkları cesîm vadilerimize, daha cesîm
ormanlarımıza, semâmıza doğru kollarını bazen açarlar, bu na-mütenâhilikleri ruhlarını doldurmak
isterlerdi. Ve bu tavırlarıyla da bize vazifemizi tecessüm ettirirlerdi: evet, bu aziz çocuklar
büyütülecek, bu vadiler işlenecek çalışılacak, daima çalışılacak idi…
Biz bu çalışmaya iptida köyümüzü inşadan başlamıştık. Zaten planlar hazırdı; bunlar uzun
uzun münakaşât-ı samîmiye neticesinde hep karargir olmuştu. Köşklerimiz öyle büyük, müzeyyen
değildi. İhtiyâcâtımıza, ancak ihtiyâcâtımıza kifayet edecek kadar küçük, kışın fırtınalarına
dayanacak kadar metin, fakat zarif, sevimli, sade bilhassa sadeydi. Hepsinde birer büyük iş odası,
birer küçük salon, çocuklarımız için birer küçük oda, birer yatak odası vardı. İhtiyâcâtımızı da
mümkün olduğu kadar azaltmıştık; zaten süslü salonlardan, gayr-i tabii, mülevves hayatlardan
kaçıyorduk. Bizi sade, elzem, yalnız elzem olan eşyalar memnun edebilirdi. Biz bahtiyar olmak
için yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika masnû’âta müftekır değildik. Hissi aile, bu refakat-i
muhibbâne, sa’y ve gayret bizi mesut ediyordu. Birbirimizin yanında yaşamaktan, zihinlerimizde
insaniyet için layık gördüğümüz bir hayat ile yaşamaktan, birbirlerimizi sevmekten, çalışmaktan,
çocuklarımızı büyütmekten, bu saf hayattan, bu sade hayattan , -ah bu hayat-ı muhayyel ü
muazzezden;- mesud idik.