Osmanlıca Bir Damla Kan – Ahmet Hikmet

Eylülün karanlık bir sabahı, henüz güneş doğmamıştı. Yatağımdan fırladım. Alelacele giyindim. Arkadaşlarımdan birinin köşkünün yarı açık kapısından girdiğim sırada arkadaşımı bir iki ahbabıyla bana bakar gördüm. Ava gidecektik. Tedarik ettikleri bir çifteyi:
— Kısmetin gür olsun!
Temennileriyle omzuma verdiler. Ortalık henüz ağarmaya başladığı sırada biz tarlaların arasında biçilmiş sarı, ıslak ekin sapları içinde yürüyorduk. Mektep firarilerinin keyfine benzer başıboş bir neşe içinde, kahkahalarımızla etrafımızda rastgelen kuşları da kaçırarak ilerliyorduk. Aramızda avcılık tecrübelerinin enginliğine itimat eden biri bize; hedef, nişan, isabet kelimelerini engin bir gurur ile süsleyerek birtakım nazariyeler ortaya koyuyordu. Ve şimdi artık tüfekleri aşağı doğru eğerek, orta parmakları tetiklerin etrafında amade bulundurarak ayrı ayrı yürümemizi tavsiyede ısrar gösteriyordu. Böyle serseri yürüyüşle Bostancı civarına ulaşmışız.
Tüfek omuzda; çalılar arasından, ses çıkarmadan, hızlı nefes almadan bir haydut gibi tereddütler ve gözetlemeler içinde bir sabah dolaşması yapmaktan bir lezzet, bir letafet bulmak bahtiyarlığına nail olamayan biçare ben, neye ve niçin bu zahmetlere girdiğimi şaşkınIık ve pişmanlıklarla kendime soruyordum. Arkadaşlarımızdan yavaş yavaş daha ziyade ayrılmaya ve bir diğerimizi gözden kaybetmeye başlamıştık. Uzaktan “Çat! Pat!” tüfek sesleri işitiliyordu. Güneş doğmuş ve yükselmeye başlamıştı. Geceden yağan yağmurun rutubetiyle tarlaların, bellenmiş, arızalı topraklarına bata bata ayaklarım gittikçe ağırlaşıyor ve güçlükle yürüyordum. Elimdeki uzun ve ince değneğin ucunu bıldırcın kaldırmak boş hayaliyle oraya buraya savuruyordum. Nasıl oldu bilmem, değneğin ucundan siyah bir şey fırladı. Verilen talimata rağmen uçan bıldırcının arkasından hareketsiz bakakaldım. Kuş uçtu, gitti. Ben yine değneğimi düşüncesiz ve amaçsız çalılara durmadan vurmaya başladım. Etrafımdan kesik kesik, ince ince, şakrak kuş cıvıltıları geliyor ve iki tarafa bakıyor, hiçbir şey göremiyordum. Zannediyordum ki bu şeytancıklar benimle, acemiliğimle âdeta eğleniyorlar. Şimdi bu mini mini kurnazlara karşı kaşlarımı çatarak tehdit edercesine başımı sallarken onların alayı andırır kahkahacıklarından ince bir neşe hissettiğimden tüfeğimi, o kaba, tahrip edici aleti onlardan gizlemek istiyordum.
Artık böyle kös kös gitmeden, çalıların başına beyhude değnek vurmadan usandım, bıktım… Değneği attım. Tüfeği yanıma bıraktım. Orada gördüğüm bir taşın üstüne oturuyordum. İçim sıkılmıştı. Arkadaşlarımı bularak dönmeyi teklif edecektim.
Çevirinin devamını sizlerden bekliyoruz. Yorum bölümünde çeviri yapabilirsiniz. İyi okumalar.