Tanzimat Fermanı’nın siyaset ve edebiyata etkileri nelerdir?

Tanzimat Fermanı, “nizam-ı cedid” adıyla bilinen ve kendinden yaklaşık 100 yıl önce başlamış olan Batılılaşma projesinin resmi devlet görüşüne dönüştürüldüğünü ilan eden bir beyannamedir. Reşit Paşa tarafından hazırlanan ve 3 Kasım 1839 tarihinde bizzat okunan bu fermana, okunduğu yerin adına atfen “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” da denir. Halil İnalcık, Tanzimat’ı işlevsel açıdan değerlendirerek; “temel müesseseleri bozulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu ’nun yepyeni bir medeniyetle yükselen ve taaruza geçen Avrupa’nın ezici üstünlüğü karşısında yeniden teşkilatlanma teşebbüsünün kati bir safhası(dır)” (İnalcık 1943: 2) diye tanımlar.
Türkçe karşılığı düzenlemeler, sıraya/yoluna koymalar, şiir ve nesir olarak yazmalar olan Tanzimat, sözcük anlamıyla Arapça ‘nazm’ kökünden gelir ve tanzim’in çoğuludur. Terim olarak Tanzimat; 3 Kasım 1839 tarihinden başlayıp II. Meşrutiyet’ in ilanına kadar (1908) devam eden bir yenileşme sürecinin adıdır.
Tanzimat Fermanı’nda Osmanlı Sultanı, yabancı erkan ve kendi halkı önünde; çıkarılan yeni kanunlarla (kavanin-i cedide) ülkesinde yaşayan herkesin “emniyyet-i can ve mahfuziyyeti-i ırz ve namus ve mal ” gibi yaşamsal haklarının güvencesini veriyor ve ayrıca sosyal hayatın önemli bir yarası olan “tayin-i vergi ve asakir-i mukteziyyenin suret-i celb ve müddet-i istihdamı” konularına yeni düzenlemeler getiriyordu. Osmanlı Sultanı, keyfilikleri önleyecek olan “kavanin-i cedide ” ile; yeni ve aleni mahkemelerde yargılanmadan kimsenin -sultan veya vezir tarafından da olsa- cezalandınlamayacağım; bu bağlamda din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bütün tebaanın can, mal, ırz ve namuslarının korunacağını; askerlik ve vergi kanunlarının yeniden düzenleneceğini, ülkedeki yabancı elçilerin (Dersaadet ’imizde mukim bilcümle süfera) önünde söz veriyordu. Tanzimat’ın bu eşitlikçi söylemi İmparatorluk içinde özellikle İslami kesim “küffar ile müslüman eşit olur mu?” itirazı ile, Rum Patrikhanesi ise, kendisine tanınan ticari ve siyasi ayrıcalığın diğer unsurlarla aynı seviyeye indirilmesinden dolayı karşı çıkıyorlardı (Ünal 1978: 243).
Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesiyle; yeniçeriliğin kapatılmasından dolayı ordusuz ve Kaptan-ı Derya Paşası’nca Mısır’a kaçırıldığından donan-masız kalan Osmanlı hükümeti, İstanbul’u tehdit eder hale gelmiş isyancı vali Mehmet Ali Paşa’ya ve Kırım Savaşı’nda da Rusya’ya karşı Avrupa’nın yardımını elde ediyordu. Osmanlı hükümeti bu fermanla, içişlerinde daha çağdaş düzenlemelere gidiyor; “Mecelle” ile “Medeni Kanun”u; “medrese” ile “yeni mekteb”leri bir arada deneyimlemeye çalışıyordu.
Ne var ki, hareketin lideri Reşit Paşa’da dahil, o devirdeki hemen bütün Osmanlı aydınlarının; bu yenileşme programının temel işlevi, içeriği, amaçlan ve sınırlan hakkında net bir bilgileri yoktu. Daha çok “devletlerarası den-ge”yi hesaba katarak hazırlanan ve “Tanzimat ” adıyla sunulan bu iyi niyetli programlar dizisi; yeterli aydın ve düşünce altyapısının olmayışı, Osmanlı Devleti’nin ekonomik, siyasi ve askeri zaafıyetler içinde bulunduğu bir dönemde gündeme gelmesi gibi nedenlerle, çoğu zaman amaçlananın tersine sonuçlar da verecek ve özellikle azınlıklara tanıdığı sınırsız toleransla Hıristiyan milletlerin anayasal gelişmeleri ve ulusal bağımsızlık isteklerinin bir manifestosuna dönüşen Islahat Fermanı (1856) ile İmparatorluğun çözülüşünü daha da hızlandıracaktı. Ayrıca, Osmanlı devlet adamları arasındaki rekabetin, bilgisizlikleri ve hırsları dolayısıyla siyaseten yakın oldukları yabancı devletlerin politikalarına verdikleri tavizlerle yarışır hale gelmesi; “Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek kariyer yapılırken, Reşit Paşa, yabancı devlete dayanarak kariyer yapma çığrını açmıştır.” (Avcıoğlu 1969: 80) diyen Doğan Avcıoğlu’nu haklı çıkarır nitelikte bir siyasal yozlaşmaya da neden olmuştur.
Bütün olumsuz etkilerine rağmen Tanzimat’la başlayan ve Osmanlı toplumu için yaşamsal öneme sahip yeniliklerin yapılması kaçınılmazdı. Tanzimat hareketi, her şeyden önce, yüzyıllardır süregelen düzensizliğin, kaosun etkisiyle yenilmiş, yıpranmış, yaşama yönelik güvenini ve girişim gücünü
yitirmiş bir topluma yeni ve zinde bir yaşam hamlesi kazandırmayı amaçlıyordu; kronikleşerek devletin varlığını tehdit eden düzensizlik yeni bir düzenle son bulacaktı. Elbette toplumsal değişme ve gelişme atılımlannın sonuçlarını, laboratuarlardaki deney sonuçlan gibi kısa sürede ve sımrlandmlmış, belirli çerçevelerde de almak olanaksızdı. Tanzimatla birlikte daha belirgin hale gelen sorunlar, Tanzimat’ın neden olduğu sorunlar değil; yüzyıllann birikimiyle oluşan ama değişen dünyanın gündeme getirdiği kaçınılmaz sonuçlar ve vakıalar dizgesi idi.
Her şeye rağmen Türk siyasal tarihinin önemli bir aşaması olan Tanzimat süreci, yaşandı ve kısa vadede rahatlama; orta vadede büyük ve telafisi imkansız kayıplara neden oldu ise de; uzun vadede Cumhuriyet fikrinin doğup gelişmesini hazırladı, besledi ve büyüttü. Bazı tarihçiler bu sürecin, siyasal yönünü öne alarak İlk Meclis-i Mebusan’ın toplandığı 1876 tarihine kadar devam ettiğini ve bittiğini söylerler (Tahsin 1978: 234) Ancak Tanzimat, yalnızca siyasi ve askeri bir yenileşme süreci olarak algılandığında belki bu görüş doğru sayılabilir. Oysa Tanzimat’ın sosyal, ekonomik ve bilhassa edebi bir boyutu da vardı ve bu boyut; II. Meşrutiyet’in ilanma, hatta Cumhuriyet’e kadar farklı görüntü düzeylerinde ama aynı perspektifte devam edecekti. Tanzimat kavramının siyasi anlamından çok edebi anlamıyla anılmasının, tanınmasının nedeni de budur. Zira Tanzimat’ın ikinci nesli olarak bilinen Hamit/ Ekrem/ Sezai mektebinin bir devamı niteliğindeki Servet-i Fünun dönemi, Ara Nesil ve Fecr-i Ati topluluğu gibi edebi hareketler; Tanzimat’la başlayan yenileşme ilgisinin, hâlâ mecrasını bulamamış arayışları sayılmalıdır.
Kanımca, düşünsel ve edebi anlamdaki Tanzimat; bir arayışlar, sorgula-yışlar ve hep yeniden oluşlar dönemini içine alan bir süreçtir ki, Şinasi’nin yenilik yolundaki ilk denemelerini yaptığı 1859 yılında başlar ve kendilik değerlerini esas alarak dünya ile bütünleşmeyi amaçlayan Milli Edebiyat’a kadar; hatta uzun yıllar süren bu siyasal/ toplumsal ve edebi arayışların, kavramsal bir arketip olarak somutlaştığı genç Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar devam eder.