XIX. yüzyılın ikinci yarısında, hemen yenileşmenin başında, klasik zevki sürdüren şairler, Encümen-i Şu ’arâ (1861) adıyla anılan bir meclis oluştururlar. Hersekli Arif Hikmet Bey’in Aksaray’daki evinde her salı günü toplanan encümenin maksadı şiir yazmak isteyen gençlere yardımcı olmaktır. Klasik şiir zevkinin hâkim olduğu meclise eski şiir geleneği içindeki devrin öne çıkan sanatkarlarının yanı sıra şiir sanatının başında olan genç şairler de katılır. Bu kadro içinde Leskofçalı Galip, Osman Şems, Hersekli Arif Hikmet Bey, Kâzım Paşa, Nevres, İbrahim Halet Bey, Üsküdarlı Hakkı Bey, Recaizâde Celâl, Salih Faik Bey, İrfan Paşa, Salih Nâili, Ziya Bey (Paşa) ve Nâmık Kemal bulunmaktaydı. Bu dost meclisinde şairler kendi şiirlerini okur, bu şiirler üzerine konuşulur. Genç şairlerin şiirleri genellikle encümenin en genç şairi Nâmık Kemal tarafından yüksek sesle okunur. Usta şairler bu şiirler hakkında takdir ve tenkitlerini ortaya koyarlar. Şiir zevki itibariyle Sebk-i Hindi ekolünü takip etmeye çalışan encümenin faaliyeti Salih Nâilî’nin kaleme aldığı bir hicviye üzerine topluluktan çıkarılması, Ziya Bey (Paşa)’in mutasarrıf“Şinasî’nin şiirlerinin en mühim cephesi devrine yeni görüşler aşılamak istediği 1855-1857yılları arasında Reşid Paşa için yazdığı kasideler ile dini manzumelerinde ortaya koyduğu fikrî muhtevadır.” (Akün 1979a: 555) Şair, bu kasidelerinde siyasi, hukukî, sosyal ve felsefî fikirlerini ortaya koyar. Bu kasideler birçok beyitte klasik edebiyattan, şahsa yer vermeyişleri, fikri öne çıkaran âdeta küçük bir makale özelliği taşımalarıyla ayrılır (Akün 1979a: 555). Prof. Dr. Mehmet Kaplan, yeni anlayışın ilk örneklerinden biri olan Şinasî’nin Münâcâf mı ele aldığı yazılarında klasik tevhîdlerle yeniler arasındaki farklar üzerinde geniş bir şekilde durur. Ona göre klasik şairler “Tanrı ’nın kudretini göstermek için teferruata inerler, hemen bütün mahlukları sayarlardı: Öküz, vaşak, yılan, örümcek, ipekböceği, kuşlar, bitkiler, buğday, ağaçlar ve çiçekler, çimen; kıymetli taşlar; inci, misk, şeker ve bal… Sonra peygamberlerin mucize ve hayatlarından: İsa, Musa, İbrahim, İsmail, Süleyman, Zekeriya! Bu varlıklardan her biri eski şairler için bir “mazmûn ” yapma vesilesi idi.” (Kaplan 1976: 257) Böyle olunca da Tanrı fikri teferruatın arasında boğulup gidiyordu. Şinasî’ye gelince o, “her şeyden önce, eski münâcâtları dolduran malzeme yığınını ayıklıyor. Tanrı fikrini yer yüzüne ait teferruatla değil, kâinatın bütünlüğü içinde ortaya koyuyor. Gayesi, sanat göstermekten ziyade Tanrı ile kâinat arasındaki münasebeti anlatmaktır. Bundan dolayı fikri örten ve dağıtan kelime oyunlarım da bırakıyor. Minyatüre çok benzeyen eski münâcâtların karşısında Şinasî’nin “Münâcât”ı sade çizgilerle yapılmış bir desene benzer.” (Kaplan 1978: 33). Bu da gösteriyor ki yenilikçi sanatkar, klasik sanatkardan aynı konuyu ele aldığı eserlerde bile ayrılma noktasına gelmiştir. Ayrıldığı nokta hayata, insana ve bütün varlığa farklı bakış açısı getirmesinde aranmalıdır.
Şinasi’nin Katkısı Şiirde Akıl
Şinasî’nin şiire getirdiği önemli kavramlardan biri akıldır. Şair, Fransız klasiklerinden ve yaşadığı dönem Fransasında yaygın olan pozitivist felsefeden hareketle akla ve akılcılığa önem vermiş, onu hayatı değerlendirmede birinci sıraya almış, bütün hayatı, hatta Tann’yı akıl yoluyla anlamak ve değerlendirmek isteyen bir anlayışa ulaşmıştır. “Eskiler için Tanrı ’nın varlığı bedihî bir hakikattir; bunu ispata kalkmak hem abes, hem de günahtır. Fakat Şînâsî, birdenbire, XVIII. yüzyılın akılcı filozoflarını hatırlatan şöyle bir mısra yazıyor:
“Vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım”
Akıl eskiler tarafından daima aşağı görülmüş bir melekedir. Onun Tanrı ’yı anlamasına imkân yoktur. Şinasî ise Tanrı ’nın birliğine inanması için aklının şehâdetine lüzûm olduğunu ileri sürüyor.” (Kaplan 1976: 258) Böylece onun şiirleriyle klasik anlayıştan farklı, yeni bir kâinat ve Tanrı anlayışı ortaya çıkmaya başlar.
Onun şiirinin ifade alanı içerisine sokmaya çalıştığı medeniyet ve meşrutiyet fikri diğer fikirleri gibi kaynağını döneminin Avrupa hayatında bulur. Nitekim, Mustafa Reşit Paşa’yı medeniyet resulü ve faziletli insanların “reis-i cumhuru” şeklinde değerlendirmesi ve,
“Eyâ ehali-i fazlın reîs-i cumhuru
Revâ mı kim kalayım ehl-i cehl elinde esîr”
söyleyişi geleceğe dönük birtakım sosyal ve siyasi beklentilerin sezgisini verir. Bu toplum düzeninin örneği batıda meşrutî sistem olarak mevcuttur.
Şiiri, batılı sosyal ve siyasi fikirlere açan Şinasî’nin üzerinde durduğu yeni kavramlar arasında kanun, hak ve adalet de önemli bir yer tutar. Şiirlerinde bu kavramları yücelterek öngördüğü ileri toplum modelinin âdeta programını yapar. Birincisi tercüme olmak üzere Terceme-i Manzume (1859) ve Miintehabât-ı Eş ’âr (1862) adlı iki küçük kitapta toplanan şiir tecrübeleri sanat yönüyle değilse de yarattığı etkiyle yenileşme yolunda önemli birer adım olur.